Araç değer kaybı nedir?

Giriş

Bu yazı, “Araç değer kaybı nedir?” sorusuna yanıt olarak sunulan çeşitli ilk derece mahkemesi, bölge adliye mahkemesi ve Yargıtay kararlarının analiziyle hazırlanmıştır. Yazı, yargı kararlarında araç değer kaybı kavramının nasıl tanımlandığını, bu zararın tazmini için hangi kriterlerin arandığını ve hesaplama yöntemlerine ilişkin mahkemelerin yaklaşımını ortaya koymayı amaçlamaktadır. İncelenen kararlar, kavramın Türk hukuk uygulamasında yerleşik bir “gerçek zarar” kalemi olarak kabul edildiğini ve tazminat davalarının önemli bir konusunu oluşturduğunu göstermektedir.

İncelenen yargı kararları ışığında araç değer kaybı ile ilgili temel bulgular şunlardır:

Tanım: Yargı kararlarında araç değer kaybı, istikrarlı bir şekilde, trafik kazası sonucu hasar gören bir aracın, onarımı yapıldıktan sonraki piyasa değeri ile kaza öncesindeki hasarsız piyasa değeri arasındaki fark olarak tanımlanmaktadır. Yargıtay’ın yerleşik içtihatları bu tanımın temelini oluşturmaktadır. Örneğin, İstanbul 5. Asliye Ticaret Mahkemesi kararında Yargıtay’a atıfla, “değer kaybı zararı, aracın olay tarihindeki hasar değeriyle hasarı giderildikten sonra (tamir edilmiş hali ile) edeceği değer arasındaki farktan ibarettir” denilmektedir.

Hukuki Nitelik: Araç değer kaybı, mahkemeler tarafından bir “gerçek zarar” kalemi olarak kabul edilmektedir. Ankara 13. Asliye Ticaret Mahkemesi’nin belirttiği gibi, “Meydana gelen kaza nedeni ile araçta değişen parçalar veya yapılan onarım nedeni ile meydana gelen değer kaybı gerçek zarar kalemleri arasında sayılır.” Bu niteliği gereği, haksız fiilden kaynaklanan tazminat davalarına konu olmakta ve trafik sigortacılarının sorumluluğu kapsamında değerlendirilmektedir.

Hesaplama Kriterleri: Değer kaybının belirlenmesinde mahkemeler, somut olayın özelliklerine göre bir dizi kriteri dikkate almaktadır. Bu kriterler arasında; aracın markası, modeli, yaşı, kilometresi, hasarın niteliği ve boyutu, onarımda kullanılan parçaların orijinalliği ve aracın kaza geçmişi bulunmaktadır. Yargıtay 17. Hukuk Dairesi’nin 2018/1270 sayılı kararı, bu unsurların tamamının uzman bir bilirkişi tarafından ayrıntılı, gerekçeli ve denetime elverişli bir raporla değerlendirilmesi gerektiğini vurgulamaktadır.

Bilirkişinin Rolü: Değer kaybı miktarının tespiti, teknik bir konu olması nedeniyle neredeyse tüm kararlarda uzman bilirkişi raporlarına dayandırılmaktadır. Mahkemeler, Yargıtay içtihatları doğrultusunda, serbest piyasa koşullarını gözeten, aracın kaza öncesi ve sonrası rayiç değerlerini karşılaştıran ve ulaştığı sonucu gerekçelendiren raporları hükme esas almaktadır.

1. Araç Değer Kaybı Kavramının Yargısal Yorumu

Mahkeme kararları, araç değer kaybının sadece fiziksel onarımla giderilemeyen, aracın ikinci el piyasasındaki mübadele değerinde meydana gelen ekonomik bir kayıp olduğunu kabul etmektedir. İstanbul 7. Asliye Ticaret Mahkemesi’nin 2025/133 sayılı kararında bu durum şu şekilde ifade edilmiştir: “…araç tamamen onarılmış olsa dahi, teknolojinin gelişmesi sebebiyle, parça değişimi yapılmamış olsa dahi, araçların kaza geçirdiği, kaportanın onarım ve boya gördüğü konuları kolaylıkla tespit edilebilmekte bu da aracın kaza geçirmesi sebebiyle kazanın şekline göre değişen oranlarda bir kısım değerinden kaybetmesine sebebiyet vermektedir.” Bu yorum, onarımın aracı eski haline getirse bile “orijinalliğini” yitirmesi nedeniyle piyasa algısının olumsuz etkilendiği ve bunun malvarlığında bir eksilme yarattığı kabulüne dayanmaktadır.

2. Değer Kaybı Hesaplamasında Yöntem ve Tartışmalar

Kararlarda, değer kaybı hesaplamasının nasıl yapılması gerektiğine dair önemli detaylar bulunmaktadır. Özellikle Ankara 12. Asliye Ticaret Mahkemesi’nin 2024/588 sayılı kararı, Anayasa Mahkemesi’nin ilgili kanun maddelerindeki bazı ibareleri iptal etmesiyle, değer kaybı hesaplamasının artık Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası (ZMSS) Genel Şartları ekindeki formüllere göre yapılamayacağını belirtmektedir. Bu durum, mahkemeleri Yargıtay’ın “gerçek zarar” ilkesine dayalı eski uygulamalarına yöneltmiştir. Ankara 13. Asliye Ticaret Mahkemesi’nin 2024/297 sayılı kararında bu husus şöyle vurgulanmıştır: “…değer kaybının, Genel Şartlar yürürlüğe girmeden önceki Yargıtay uygulamaları dikkate alınarak kaza tarihindeki serbest piyasa koşullarına göre, aracın kazadan önceki değeri ile onarım sonrası değeri arasındaki farka göre belirlenmesi gerekir.” Bu yaklaşım, her bir davanın kendi özel koşulları içinde, piyasa gerçeklerine uygun olarak değerlendirilmesini zorunlu kılmaktadır.

3. Değer Kaybı Talebini Sınırlayan veya Ortadan Kaldıran Haller

İncelenen kararlar, her kazanın otomatik olarak bir değer kaybı yaratmayacağını da ortaya koymaktadır. Özellikle aracın mevcut hasar geçmişi, değer kaybı taleplerinde önemli bir savunma argümanı olarak öne çıkmaktadır. Ankara 5. Asliye Ticaret Mahkemesi’nin 2025/209 sayılı kararında, daha önce hasar görmüş parçaların tekrar hasarlanması durumunda yeni bir değer kaybı oluşmayacağı belirtilmiştir: “…son kazada eş değer parça kullanımı ya da bütün parçalar orijinal olsa da söz konusu parçalar önceden hasarlandığından araç ikinci bir değer kaybına uğramayacağı”. Benzer şekilde, İstanbul 18. Asliye Ticaret Mahkemesi’nin 2018/1357 sayılı kararı da aracın modeli, kilometresi ve özellikle kapsamlı hasar geçmişi nedeniyle “daha önce değer kaybetmiş araca tekrar değer kaybı hesaplaması yapılamayacağı” gerekçesiyle talebi reddetmiştir. Bu kararlar, değer kaybının aracın “orijinalliğinin” bozulmasından kaynaklandığı, zaten orijinalliğini yitirmiş bir araçta bu zararın oluşmayabileceği mantığına dayanmaktadır.

Sonuç

Yargı kararları bütüncül olarak incelendiğinde, araç değer kaybının; bir aracın kaza sonrası onarılmasına rağmen, hasar geçmişi nedeniyle ikinci el piyasa değerinde meydana gelen ve “gerçek zarar” olarak nitelendirilen ekonomik bir kayıp olduğu sonucuna varılmaktadır. Yargı pratiği, bu zararın tazmin edilebilir olduğunu ve sorumluluğun kusurlu taraf ile onun trafik sigortacısına ait olduğunu kabul etmektedir.

Değer kaybının tespiti, katı formüllere bağlı olmaktan ziyade, Yargıtay tarafından çerçevesi çizilen; aracın özellikleri, hasarın niteliği ve güncel piyasa koşulları gibi dinamik unsurları dikkate alan, uzman bilirkişilerce yapılan somut ve gerekçeli bir değerlendirmeye dayanmaktadır. Aracın mevcut hasar geçmişi gibi faktörler ise değer kaybı taleplerini sınırlayabilen veya tamamen ortadan kaldırabilen önemli unsurlar olarak kararlara yansımaktadır. Sonuç olarak, Türk hukuk sisteminde araç değer kaybı, hakkaniyete uygun ve gerçek zararı karşılamaya yönelik, içtihatlarla şekillenmiş yerleşik bir tazminat kalemi olarak varlığını sürdürmektedir. Bir yazı önerisi.

🔹 Neden Tuzla Uzman Avukat Desteği Gerekli?

Araç değer kaybı tazminat davaları, teknik ve hukuki birçok karmaşık unsur içerir. Hesaplamaların doğru yapılması, bilirkişi raporlarının etkin kullanımı ve mevcut hasar geçmişi gibi detaylar, sürecin doğru yürütülmesi için kritik öneme sahiptir. Bu noktada Tuzla’da deneyimli bir avukattan destek almak, mağduriyetin önlenmesi ve tazminat hakkının korunması açısından önemlidir.

Avukat desteği sayesinde:

Değer kaybı miktarının tespitinde bilirkişi raporları ve piyasa verileri etkin şekilde kullanılabilir,

Sigorta şirketlerinin haksız sınırlama veya reddi durumlarında hukuki süreç yönetilir,

Mevcut hasar geçmişi veya aracın teknik özellikleri gibi dava lehine veya aleyhe olan deliller doğru şekilde dosyaya sunulur,

Mahkeme sürecinde usul hataları önlenir ve tazminat talebinin kapsamı en iyi şekilde korunur,

Çelişkili veya eksik bilirkişi raporları karşısında etkili itiraz ve ek rapor talepleri yapılabilir.

Özellikle İstanbul, Tuzla avukat, Pendik avukat, Kartal avukat, Maltepe avukat, Gebze avukat, Aydınlı avukat, Orhanlı avukat, Tepeören avukat, Darıca avukat, Bayramoğlu avukat veya Çayırova avukat, Şekerpınar avukat, Güzelyalı avukat Postane avukat ve Akfırat avukat gibi yoğun trafik ve kaza riski yüksek bölgelerde, uzman avukat desteği olmadan süreç yürütmek, hak kayıplarına ve tazminatın eksik ödenmesine yol açabilir. Bu nedenle araç değer kaybı tazminat davalarında Tuzla’da alanında uzman bir avukatla çalışmak, hakkaniyetli ve etkili bir çözüm için büyük önem taşır.

Read More

Navlun sözleşmesi türlerine göre uyuşmazlıklar nasıl çözülür?

Giriş

Bu çalışma, navlun sözleşmesi türlerine göre uyuşmazlıkların çözümüne ilişkin mahkeme kararlarının analizini sunmaktadır. İncelemeler, uyuşmazlıkların çözümünde öncelikli olarak taraflar arasındaki sözleşmesel düzenlemelerin, özellikle tahkim ve yetki şartlarının belirleyici olduğunu göstermektedir. Yazılı bir sözleşmenin bulunmadığı durumlarda ise konişmento hükümleri ve taşıma türüne göre uygulanacak ulusal (Türk Ticaret Kanunu – TTK) ve uluslararası mevzuat (CMR, Montreal Konvansiyonu vb.) esas alınmaktadır. Rapor, bu çözüm yollarını ana bulgular ve detaylı analiz başlıkları altında incelemektedir.

Tahkim ve Yetki Şartlarının Önceliği: İncelenen kararlarda en sık rastlanan bulgu, navlun sözleşmelerinde yer alan tahkim ve yetki şartlarının mahkemeler tarafından öncelikli olarak dikkate alındığıdır. Taraflar uyuşmazlığın çözümü için belirli bir ülkenin hukukunu ve tahkim merkezini (özellikle Londra Tahkimi) veya yabancı bir mahkemeyi yetkili kılmışsa, Türk mahkemeleri görevsizlik veya yetkisizlik kararı vermektedir.

Konişmentonun Belirleyiciliği: Taraflar arasında yazılı bir navlun sözleşmesi bulunmadığında, konişmento, taşıyan ile taşıtan/gönderilen arasındaki hukuki ilişkiyi düzenleyen temel belge haline gelmektedir. Konişmentoda yer alan yetki, zamanaşımı ve sorumlulukla ilgili hükümler, uyuşmazlığın çözümünde doğrudan uygulanmaktadır.

Taşıma Türüne Göre Farklılaşan Hukuki Rejim: Uyuşmazlığın çözümünde taşımanın türü (deniz, kara, hava) kritik öneme sahiptir. Deniz yolu taşımalarında TTK hükümleri, uluslararası kara yolu taşımalarında CMR Konvansiyonu, hava yolu taşımalarında ise Montreal veya Varşova Konvansiyonları uygulanmakta ve mahkemeler, doğru hukuki rejimin tespit edilmesine özellikle dikkat etmektedir.

Sık Görülen Uyuşmazlık Konuları: Davalar genellikle ödenmeyen navlun bedeli, konteyner gecikme ücreti (demuraj), yük hasarı/zıyaı ve teslim şeklinden (FOB, CIF, EXW vb.) kaynaklanan sorumlulukların belirlenmesi etrafında yoğunlaşmaktadır.

Tarafların Sıfatlarının Tespiti: Uyuşmazlıkların çözümünde, davaya taraf olanların “taşıyan”, “taşıtan”, “gönderilen” veya “fiili taşıyan” gibi sıfatlarının doğru bir şekilde tespit edilmesi, borç ve sorumlulukların kime ait olduğunun belirlenmesi açısından esastır.

1. Uyuşmazlık Çözüm Yönteminin Belirlenmesi: Tahkim ve Yetki Şartları

Yargı kararları, navlun sözleşmelerinde tarafların iradesine üstünlük tanındığını açıkça göstermektedir. Özellikle uluslararası nitelik taşıyan sözleşmelerde, tarafların uyuşmazlıkların çözümü için tahkimi veya belirli bir ülke mahkemesini yetkili kılması sıkça rastlanan bir durumdur. Mahkemeler, bu tür şartların varlığı halinde davayı esastan incelemeksizin usulden reddetmektedir.

Tahkim Şartı: Birçok kararda, sözleşmede yer alan tahkim şartı nedeniyle mahkemelerin görevsizlik kararı verdiği görülmektedir. İstanbul 17. Asliye Ticaret Mahkemesi, bir kararında şu tespiti yapmıştır: “...her iki tarafın kabulünde olan navlun sözleşmesinin koşullarına ilişkin 25/04/2018 ilişkin bağlama notunun 43.maddesinde uyuşmazlıklar için Londra/ tahkim şartının kabul edildiği anlaşıldığından, davalının tahkim itirazının yerinde olduğu kanaatine varılmakla, tahkim itirazının kabulü ile navlun sözleşmesindeki tahkim klozundan dolayı mahkememizin görevsizliğinden nedeniyle davanın usulden reddine karar vermek gerekmiştir (2020/206 E., 2021/219 K.). Benzer şekilde, Bursa 1. Asliye Ticaret Mahkemesi de elektronik posta yoluyla yapılan sözleşmedeki “Müşterek Avarya ve Tahkim Londra’da yapılacaktır-İngiliz Hukuku uygulanacaktır” hükmünü geçerli bir tahkim şartı olarak kabul etmiştir (2015/776 E., 2016/682 K.).

Yetki Şartı: Tahkime benzer şekilde, konişmentoda yer alan ve yabancı bir mahkemeyi münhasıran yetkili kılan hükümler de bağlayıcı kabul edilmektedir. İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 12. Hukuk Dairesi’nin bir kararında, “Konişmentonun arka yüzünde yer alan 26. maddesinde açıkça konişmentonun İngiliz Hukukuna göre yorumlanacağı ve konişmentodan kaynaklanan tüm uyuşmazlıklarda Londra Yüksek Mahkemesi’nin münhasıran yetkili olacağı düzenlenmiş olup, bu durumda iş bu davada da münhasıran Londra Yüksek Mahkemelerinin yetkili olduğunun kabulü gerekir” denilerek yerel mahkemenin yetkisizlik kararı onanmıştır (2019/785 E., 2019/738 K.).

2. Navlun Sözleşmenin Yokluğunda Konişmentonun Rolü

Taraflar arasında detaylı bir yazılı navlun sözleşmesi bulunmadığı durumlarda, konişmento bir ispat aracından öteye geçerek sözleşmenin kendisi gibi işlev görür. İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 43. Hukuk Dairesi bu durumu şöyle ifade etmiştir: TTK 1237. maddesine göre taşıyan ile taşıtan arasındaki hukuki ilişkiler navlun sözleşmesi hükümlerine tabiidir. Ancak arada yazılı bir navlun sözleşmesinin bulunmaması halinde konişmento taşıyan ile taşıtan arasındaki hukuki ilişkide belirleyici duruma gelmektedir.” (2020/329 E., 2021/779 K.). Bu nedenle, konişmentoda yer alan zamanaşımı süresi, sorumluluk sınırlamaları ve yetki şartları gibi hükümler, uyuşmazlığın çözümünde doğrudan esas alınır.

3. Taşıma Türüne Göre Uygulanacak Hukuk

Uyuşmazlığın çözümünde, taşımanın yapıldığı vasıta belirleyici bir faktördür.

Deniz Taşımacılığı: Bu alandaki uyuşmazlıklar ağırlıklı olarak Türk Ticaret Kanunu (TTK) çerçevesinde çözülmektedir. Demuraj alacakları (TTK 1174, 1203, 1207), taşıyanın özen yükümlülüğü (İzmir 5. ATM, 2022/490 E.), hasar bildirim süreleri (TTK 1185) ve FIOS (Free In/Out Stow) gibi özel kayıtların yorumlanması (İstanbul 17. ATM, 2019/120 E.) gibi konular TTK hükümlerine göre değerlendirilir.

Kara Taşımacılığı: Uluslararası kara yolu taşımalarından doğan uyuşmazlıklarda, mahkemeler öncelikli olarak CMR Konvansiyonu hükümlerini uygulamaktadır. Taşıyıcının sorumluluğu, sorumluluktan kurtulma halleri ve tazminat hesaplamaları CMR’nin ilgili maddelerine (örn. Madde 17) göre yapılır. Ankara Batı Asliye Ticaret Mahkemesi’nin belirttiği gibi, “…taraflar arasındaki taşıma uluslararası olarak yapıldığından uyuşmazlığın çözümünde taraflar arasındaki sözleşme ile CMR Konvansiyonu hükümleri değerlendirilerek çözüme gidilmiştir.” (2021/649 E., 2022/1002 K.).

Hava Taşımacılığı: Hava yoluyla yapılan taşımalarda ise Montreal veya Varşova Konvansiyonları uygulanır. Mahkemeler, uyuşmazlığa konu taşımanın yapıldığı ülkelerin hangi konvansiyona taraf olduğunu tespit ederek doğru hukuki rejimi belirlemek zorundadır (İstanbul BAM 14. HD, 2018/45 E., 2018/650 K.).

4. Sık Karşılaşılan Uyuşmazlık Konuları ve Çözüm Yaklaşımları

Navlun ve Ek Masrafların Ödenmesi: TTK’ya göre navlun borçlusu kural olarak taşıtandır (TTK m. 1200). Ancak satış sözleşmesindeki FOB (Free On Board) gibi teslim şekilleri, navlun ödeme yükümlülüğünün fiilen alıcıya ait olduğunu gösterebilir. Yargıtay bir kararında, faturada ve gümrük beyannamesinde yer alan “FOB” ibaresinin, navlun ücretlerinin alıcıya ait olduğunu kanıtladığını kabul etmiştir (11. HD, 2013/17224 E., 2014/6849 K.).

Konteyner Gecikme Ücreti (Demuraj): Demuraj taleplerinin geçerliliği için öncelikle taraflar arasında bu konuda bir anlaşma olması gerekir. Ancak anlaşma olmasa dahi, TTK m. 1203 uyarınca gönderilenin yükü teslim almasıyla birlikte konşimentodan doğan tüm borçları üstlendiği kabul edilir ve bu borçlara konteynerin iadesi de dahildir. Yükün teslim alınmaması halinde ise sorumluluk taşıtana aittir (TTK m. 1207/1).

Yük Hasarı ve Ziyaı: Taşıyanın yük hasarından sorumluluğu kusur esasına dayanır. Davacının, hasarın taşıma sırasında ve taşıyanın sorumluluğu altındayken meydana geldiğini ispatlaması gerekir. Ayrıca, hasarın en geç teslim anında taşıyana usulüne uygun olarak yazılı bildirilmesi (TTK m. 1185) hak kaybını önlemek için kritik bir usuli şarttır (İstanbul 17. ATM, 2017/151 E., 2019/288 K.).

Sonuç

Navlun sözleşmelerinden kaynaklanan uyuşmazlıkların çözümü, çok katmanlı ve teknik bir hukuki değerlendirme gerektirmektedir. İncelenen yargı kararları, çözüm sürecinin ilk adımının tarafların iradelerini yansıtan sözleşme, tahkim ve yetki şartlarının tespiti olduğunu ortaya koymaktadır. Bu tür şartların varlığı, davaların esasına girilmeden usulden sonuçlanmasına neden olmaktadır. Sözleşmesel düzenlemelerin bulunmadığı hallerde ise konişmento hükümleri ve taşıma türüne (deniz, kara, hava) özgü ulusal ve uluslararası mevzuat (TTK, CMR vb.) devreye girmektedir. Uyuşmazlığın doğru bir şekilde çözülebilmesi için tarafların sıfatlarının (taşıyan, taşıtan), teslim şeklinin (FOB, CIF vb.) ve uyuşmazlığa konu olan yükümlülüğün (navlun, demuraj, hasar) dikkatle analiz edilmesi zorunludur. Bir yazı önerisi.

Neden Tuzla Avukat Desteği Gerekli?

Navlun sözleşmelerinden doğan uyuşmazlıklar, hem ulusal hem de uluslararası boyutta karmaşık hukuki düzenlemeler içermektedir. Tahkim şartlarının yorumlanması, konişmento hükümlerinin geçerliliği, CMR veya Montreal Konvansiyonu gibi uluslararası metinlerin uygulanması gibi konular uzmanlık gerektirir.

Özellikle Tuzla, Pendik, Kartal, Maltepe, Gebze ve çevresinde denizcilik ve lojistik sektörünün yoğunluğu, bu bölgelerde faaliyet gösteren şirketler için uyuşmazlık riskini artırmaktadır. Bu nedenle, tarafların hak kaybına uğramaması için Tuzla avukat desteği hayati önem taşır.

Bir Tuzla deniz ticareti avukatı, navlun sözleşmesi, konişmento ve taşıma rejimleri konusunda hem Türk Ticaret Kanunu hem de uluslararası konvansiyonlar çerçevesinde doğru hukuki stratejiyi belirleyebilir. Ayrıca, icra takibi, demuraj talepleri, navlun alacaklarının tahsili ve yük hasarına ilişkin davalarda hızlı ve etkin çözüm sağlayabilir.

Sonuç olarak, karmaşık ve teknik nitelikli navlun uyuşmazlıklarının çözümünde, uzman bir Tuzla avukat ile çalışmak, şirketlerin mali kayıplarını en aza indirmek ve süreci güvenle yönetmek açısından en doğru yoldur.

Read More

Boş daire aidat öder mi?

Giriş

Bu çalışma, “Boş daire aidat öder mi?” sorusuna yanıt bulmak amacıyla sunulan yargı kararları analiz yanıtlarının incelenmesiyle hazırlanmıştır. İncelemeler, kat maliklerinin ve kooperatif üyelerinin ortak giderlere (aidat) katılma yükümlülüğünün, sahip olunan bağımsız bölümün fiilen kullanılıp kullanılmamasından ne ölçüde etkilendiğini ortaya koymaktadır. Çalışma, genel kuralı, bu kuralın yasal dayanaklarını ve yargı kararlarında belirtilen istisnai durumları ele almaktadır.Ana Bulgular

Yargı kararlarının bütüncül analizi, Kat Mülkiyeti Kanunu’na (KMK) tabi anataşınmazlarda, bir bağımsız bölümün boş olması, kullanılmaması veya kiraya verilmemiş olmasının, kat malikini aidat ödeme yükümlülüğünden kural olarak kurtarmadığını açıkça göstermektedir. Yargı içtihatları, bu yükümlülüğün temelinde mülkiyet hakkının yattığı ve fiili kullanımın birincil şart olmadığı prensibini benimsemiştir.

Bu konudaki en net ifadelerden biri Yargıtay 8. Hukuk Dairesi’nin 2018/10093 E., 2021/971 K. sayılı ve 08.02.2021 tarihli kararında yer almaktadır. Kararda, mahkemenin vardığı sonuca atıfla şu tespitte bulunulmuştur: “…aidatın KMK 20 ve 22 maddeleri uyarınca oturulmasa dahi kat maliklerince ödenmesi gerektiği, bunun için ayrıca bir sözleşme yada taahhüt altına girmenin söz konusu olamayacağı, bizatihi bağımsız bölüm malikinin ödeme yükümlülüğü olduğuna göre…”

Benzer şekilde, Yargıtay 18. Hukuk Dairesi’nin 2013/5135 E., 2013/7587 K. sayılı ve 06.05.2013 tarihli kararında, ilk derece mahkemesinin dairelerin “boş bırakıldığı, kullanılmadığı veya kiraya verilmediği” gerekçesiyle davayı reddetmesi hatalı bulunmuştur. Yargıtay, bu gerekçelerin aidat borcunu ortadan kaldırmayacağını belirterek, mülkiyetin devam etmesi halinde ortak giderlere katılımın zorunlu olduğunu vurgulamıştır. İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 45. Hukuk Dairesi’nin 2025/7 E., 2025/458 K. sayılı kararındaki bilirkişi raporunda da “dükkanlar kirada olmadıkları için davalı ortak … tarafından aidatların ödendiği” tespiti, bu genel kuralın uygulamadaki bir yansımasıdır.

İnceleme ve Değerlendirme

Yargı kararları incelendiğinde, aidat ödeme yükümlülüğünün temel dayanağının Kat Mülkiyeti Kanunu’nun 20. maddesi olduğu görülmektedir. Bu maddeye göre, kat malikleri aralarında başka türlü bir anlaşma olmadıkça anataşınmazın ortak giderlerine arsa payları oranında katılmakla yükümlüdür. Kanun, bu yükümlülük için “bağımsız bölümden fiilen faydalanma” şartı aramamaktadır. Dolayısıyla, dairenin boş olması, malikin ortak alan ve tesislerden (güvenlik, temizlik, asansör bakımı, bahçe düzenlemesi vb.) dolaylı olarak faydalandığı ve bu hizmetlerin devamlılığının mülkün değerini koruduğu kabulüne dayanmaktadır.

Bununla birlikte, kararlar bazı istisnai durumların ve farklı değerlendirmelerin varlığına da işaret etmektedir:

Yönetim Planı ve Sözleşmesel İstisnalar: Kat malikleri, anataşınmazın anayasası niteliğindeki yönetim planında veya kendi aralarında yapacakları anlaşmalarla aidat yükümlülüğüne dair farklı düzenlemeler getirebilirler. Yargıtay 3. Hukuk Dairesi’nin 2010/3847 E., 2010/8139 K. sayılı kararında, yönetim planında bazı bağımsız bölümlerin “her türlü giderlere katılmayacağı” yönünde bir hüküm bulunması durumu tartışılmıştır. Bu, yönetim planının aidat muafiyeti getirebileceğini göstermektedir.

Kooperatiflerdeki Özel Durumlar: Kooperatif yapılarında aidat miktarı ve koşulları, genel kurul kararlarıyla belirlenebilmektedir. Yargıtay 23. Hukuk Dairesi’nin 2015/1298 E., 2015/2876 K. sayılı kararında, genel kurulun “oturan ve mülk sahipleri” ile “dairesi olmayıp oturmayanlardan” farklı miktarlarda aidat alınmasına karar verdiği görülmektedir. Bu durum, kooperatiflerde aidat yükümlülüğünün fiili kullanım veya daire tahsisi gibi kriterlere göre farklılaştırılabileceğini ortaya koymaktadır.

Bağımsız Bölümün Teslim Edilmemesi: Yüklenicinin inşaatı tamamlamasına rağmen daireyi arsa sahibine veya alıcıya teslim etmediği durumlarda, teslim gerçekleşene kadar doğan ortak giderlerden yüklenicinin sorumlu olabileceği kabul edilmektedir. Yargıtay 23. Hukuk Dairesi’nin 2013/1518 E., 2013/3536 K. sayılı kararı, dairelerin teslim edilmemesi halinde aidat sorumluluğunun mülk sahibine değil, fiili zilyetliği elinde bulunduran ve teslim borcunu yerine getirmeyen yükleniciye ait olabileceğine hükmetmiştir.

Sonuç

Mevcut yargı kararları ışığında, “Boş daire aidat öder mi?” sorusuna verilecek yanıt, kural olarak “evet, öder” şeklindedir. Aidat ödeme yükümlülüğü, bağımsız bölümün fiilen kullanılmasına değil, kat maliki olma sıfatına dayanmaktadır. Kat Mülkiyeti Kanunu’nun 20. maddesi uyarınca, malik, dairesi boş olsa dahi ortak giderlere katılmakla yükümlüdür.

Ancak bu genel kuralın mutlak olmadığı;

Anataşınmazın yönetim planında aksine bir hüküm bulunması,

Kooperatif genel kurulunda oturma durumuna göre farklı bir aidat kararı alınması,

Bağımsız bölümün yüklenici tarafından henüz teslim edilmemiş olması

gibi durumlarda aidat sorumluluğunun farklılaşabileceği veya başka bir kişiye ait olabileceği anlaşılmaktadır. Bu nedenle, her somut olayda öncelikle yönetim planı, kooperatif genel kurul kararları ve taraflar arasındaki sözleşmesel ilişkiler dikkatle incelenmelidir. Bir yazı önerisi.

Tuzla Avukat Desteği Neden Gerekli?

Kat mülkiyeti, site aidatı ve ortak giderlere ilişkin uyuşmazlıklar, çoğu zaman apartman veya site yönetimleri ile kat malikleri arasında ciddi anlaşmazlıklara yol açmaktadır. “Boş daire aidat öder mi?” sorusu etrafında gelişen davalar, sadece Kat Mülkiyeti Kanunu değil, aynı zamanda Yargıtay ve Bölge Adliye Mahkemesi kararlarının ışığında değerlendirilmesi gereken teknik konuları barındırır.

Özellikle aidat borcuna itiraz, icra takibi, kooperatif genel kurul kararlarının iptali veya yönetim planında yer alan hükümlerle ilgili davalar, usul hataları yapıldığında maliklerin hak kaybı yaşamasına sebep olabilir. Bu nedenle, İstanbul’un Tuzİstanbul, Tuzla avukat, Pendik avukat, Kartal avukat, Maltepe avukat, Gebze avukat, Aydınlı avukat, Orhanlı avukat, Tepeören avukat, Darıca avukat, Bayramoğlu avukat veya Çayırova avukat, Şekerpınar avukat, Güzelyalı avukat Postane avukat ve Akfırat avukat gibi bölgelerinde görülen site yönetimi ve aidat uyuşmazlıklarında, alanında deneyimli bir Tuzla avukat ile çalışmak büyük önem taşır.

Yerel uygulamalara hâkim bir avukat, hem kat maliklerinin hem de site yönetimlerinin haklarını en etkin şekilde koruyabilir, yargı kararlarına uygun stratejik çözümler geliştirebilir. Böylece hem uzun süren dava süreçlerinden kaçınmak hem de mali açıdan kayıpları önlemek mümkün hale gelir.

Read More

Yargı Kararları Işığında Kiracı Tahliye Süreçleri Nasıl İşler ? Kiracının Tahliyesi İçin İhtar Göndermek Tek Başına Yeterli Midir?

Giriş

Bu yazı, “Kiracımı nasıl tahliye edebilirim, ihtar göndermek yeterli mi? Tahliye edebilmem için neler yapmalıyım?” sorusuna, sunulan Yargıtay ve Bölge Adliye Mahkemesi kararları temelinde yanıt vermek amacıyla hazırlanmıştır. İncelenen kararlar, kiracı tahliyesinin tek bir eylemle, özellikle de sadece ihtarname göndermekle mümkün olmadığını, aksine belirli yasal prosedürlere, sürelere ve şekil şartlarına sıkı sıkıya bağlı, çok aşamalı bir süreç olduğunu ortaya koymaktadır. Bu yazı, bu sürecin temel dinamiklerini, dikkat edilmesi gereken kritik noktaları ve farklı tahliye nedenlerine göre değişen yaklaşımları özetlemektedir.

İncelenen farklı yargı kararından elde edilen temel bulgular şu şekildedir:

İhtarname Tek Başına Yeterli Değildir: Kararların neredeyse tamamında vurgulanan en net bulgu, kiracıyı tahliye etmek için ihtarname göndermenin tek başına yeterli olmadığıdır. İhtarname, yasal sürecin zorunlu bir başlangıç adımı olmakla birlikte, tahliyeyi tek başına sağlamaz.

Mahkeme Kararı veya İcra Takibi Şarttır: Tahliye, ancak bir mahkeme kararı (tahliye ilamı) veya geçerli bir sebebe dayalı olarak başlatılan ve sonuçlanan bir icra takibi ile mümkündür. Yargıtay-3. Hukuk Dairesi’nin (2019/5313) belirttiği gibi, “…mahkeme kararı ile tahliye ilamı alınmadığı sürece akdin sona erdiğinden söz edilemez.” Bu ilke, kiraya verenin kendi başına tahliye işlemi yapamayacağını net bir şekilde ortaya koymaktadır.

İhtarnamenin İçeriği ve Usulü Hayati Önem Taşır: İhtarnamenin hukuki bir sonuç doğurabilmesi için içeriğinin kanunun aradığı şartları taşıması zorunludur. Özellikle kira borcunun ödenmemesi (temerrüt) nedeniyle çekilen ihtarlarda; talep edilen kira bedeli, ödeme için tanınan yasal süre (genellikle 30 gün) ve en önemlisi “verilen süre içinde kira parasının ödenmemesi halinde akdin feshedileceğinin ve tahliye davası açılacağının açıkça belirtilmesi” gerekmektedir (Yargıtay-6. HD, 2011/4965; Yargıtay-3. HD, 2018/3224). Bu unsurlardan birinin eksikliği, ihtarı geçersiz kılabilir ve açılacak davanın reddine neden olabilir.

Tahliye Sebebine Göre Prosedürler Değişir: Tahliye süreci, dayandığı yasal sebebe göre farklılık gösterir. İncelenen kararlarda öne çıkan başlıca sebepler; kira borcunun ödenmemesi (temerrüt), bir kira yılında iki haklı ihtara sebep olunması, tahliye taahhüdü, yeni malikin ihtiyacı ve konut/işyeri ihtiyacıdır. Her bir senaryonun kendine özgü ihtar, dava açma süresi ve ispat yükümlülükleri bulunmaktadır.

Yasal Sürelerin ve Usulün Takibi Zorunludur: Tahliye davalarında haklı olsanız dahi, usuli hatalar veya sürelerin kaçırılması davanın reddedilmesine yol açabilir. Örneğin, tahliye taahhüdüne dayalı davaların “taahhüt edilen tarihi izleyen bir (1) ay içinde açılması” (Yargıtay-6. HD, 2011/13723) veya iki haklı ihtar sonrası davanın “kira sözleşmesinin bitiminden itibaren bir ay içerisinde açılması” (Yargıtay-6. HD, 2011/11846) gibi kritik sürelere uyulması şarttır.

Tahliye Sürecinde İzlenmesi Gereken Adımlar ve Dikkat Edilmesi Gerekenler

Kararlar, tahliye sürecinin farklı senaryolara göre nasıl işlediğine dair detaylı bilgiler sunmaktadır.

1. Kira Bedelinin Ödenmemesi (Temerrüt) Halinde: 

Bu, en sık karşılaşılan tahliye sebebidir. Süreç şu adımları içerir:

Adım 1: Usulüne Uygun İhtarname veya Ödeme Emri: Kiracıya, ödenmemiş kira borcunu, bu borcu ödemesi için en az 30 gün süre tanındığını ve bu süre içinde ödeme yapılmazsa sözleşmenin feshedilerek tahliye davası açılacağını içeren yazılı bir ihtarname (genellikle noter kanalıyla) gönderilmelidir. Alternatif olarak, tahliye talepli icra takibi başlatılarak kiracıya bu ihtarları içeren bir ödeme emri gönderilebilir.

Adım 2: Dava veya İcra Mahkemesine Başvuru: Verilen 30 günlük sürede borç ödenmezse, kiraya veren Sulh Hukuk Mahkemesi’nde tahliye davası açabilir veya başlattığı icra takibine itiraz edilmemişse İcra Hukuk Mahkemesi’nden tahliye talep edebilir.

Önemli Alıntı: Yargıtay-3. Hukuk Dairesi (2018/3224), ihtarda tahliye davası açılacağının belirtilmemesi halinde ne olacağını net bir şekilde açıklamıştır: “…ihtarnamede kira bedellerinin 30 gün içinde ödenmesi, aksi halde sözleşmenin feshedileceği bildirildiği halde davalı aleyhinde tahliye davası açılacağı hususu belirtilmemiştir.” Bu eksiklik nedeniyle mahkemenin tahliye kararı vermesi hatalı bulunmuştur.

2. Yeni Malik Olma Durumunda:

 Kiralanan mülkü yeni satın alan bir malikseniz, süreç farklıdır. Yargıtay-6. Hukuk Dairesi’nin (2013/6427) belirttiği gibi, “…kiraya veren durumunda olmayan malik veya kiralananı sonradan iktisap eden yeni malikin önceden kiracıya ihbar göndererek kira paralarının kendisine ödenmesini istemesi bu ihbarın sonuçsuz kalması halinde yasal içerikli ihtarname tebliğ ettirmek suretiyle dava açması gerekir.” Yani yeni malik, öncelikle mülkü satın aldığını ve kiraların artık kendisine ödenmesi gerektiğini bir ihbarname ile bildirmelidir. Ancak bu bildirimden sonra kiracı temerrüde düşerse, standart temerrüt prosedürü işletilebilir.

3. Tahliye Taahhütnamesi Varlığında: Geçerli bir yazılı tahliye taahhütnamesi varsa, bu güçlü bir tahliye sebebidir. Ancak Yargıtay-6. Hukuk Dairesi (2011/13723) kararında belirtildiği gibi, dava veya icra takibinin taahhüt edilen tarihi izleyen bir ay içinde başlatılması zorunludur. Bu sürenin kaçırılması halinde taahhüde dayalı tahliye hakkı kaybolur.

4. Usul Hataları ve Diğer Kritik Detaylar: Kararlar, tahliye davalarının usuli hatalar nedeniyle kaybedilebileceğini göstermektedir:

Usulsüz Tebligat: İhtarname veya ödeme emrinin kiracıya yasalara uygun şekilde tebliğ edilmesi şarttır. Örneğin, bir şirkete yapılacak tebligatın yetkili temsilciye yapılması gerekirken yetkisiz bir çalışana yapılması, tebligatı geçersiz kılar (Yargıtay-6. HD, 2011/11557).

Yanlış Kişiye İhtar: İhtarname, kira sözleşmesinde taraf olan kiracıya gönderilmelidir. Kiracı olmayan birine gönderilen ihtar hukuki sonuç doğurmaz (Yargıtay-6. HD, 2010/973).

İcra Takibinde Eksiklik: Tahliye talepli icra takibi başlatılırken, takip talepnamesinde “tahliye” talebinin açıkça belirtilmesi zorunludur. Aksi halde, sonradan tahliye istenemez (Yargıtay-6. HD, 2012/2336).

Sonuç

Sunulan yargı kararları ışığında, kiracının tahliyesi için ihtarname göndermenin gerekli ancak asla yeterli bir adım olmadığı kesin bir şekilde anlaşılmaktadır. Tahliye süreci, yasal bir zemine oturtulması gereken, şekil ve süre şartlarına titizlikle uyulmasını gerektiren hukuki bir prosedürdür.

Kiraya verenlerin tahliye sürecinde başarılı olabilmeleri için:

Tahliye için Türk Borçlar Kanunu’nda belirtilen geçerli bir sebebe (temerrüt, iki haklı ihtar, ihtiyaç, tahliye taahhüdü vb.) sahip olmaları,

Bu sebebe uygun, kanunun aradığı tüm unsurları içeren bir ihtarnameyi usulüne uygun olarak kiracıya tebliğ etmeleri,

Yasal süreler içerisinde Sulh Hukuk Mahkemesi’nde tahliye davası açmaları veya İcra Müdürlüğü kanalıyla tahliye talepli takip başlatmaları,

Dava ve takip süreçlerindeki tüm usuli kurallara riayet etmeleri gerekmektedir.

Sürecin karmaşıklığı ve yapılacak küçük bir usul hatasının davanın kaybedilmesine neden olabileceği göz önünde bulundurulduğunda, bir avukattan profesyonel hukuki destek alınması şiddetle tavsiye edilir. Bir yazı önerisi.

Neden Tuzla Avukat Desteği Gerekli?

Kiracı tahliyesi süreci, yalnızca ihtarname göndermekle tamamlanmayan, usul ve süre şartlarına sıkı sıkıya bağlı, çok aşamalı bir hukuki süreçtir. Tahliye sebepleri, ihtarname içeriği, tebligat usulleri ve mahkeme veya icra prosedürleri konusundaki en küçük bir hata, davanın reddine yol açabilir.

Tuzla, İstanbul’un en yoğun kira ve ticari mülk hareketliliğine sahip bölgelerinden biri olması nedeniyle, bu alanda uzmanlaşmış avukatlar kritik bir rol oynar. Tuzla’da faaliyet gösteren uzman avukatlar:

Bölgesel uygulamaları ve mahkeme pratiklerini yakından bilir; Sulh Hukuk Mahkemeleri ve İcra Müdürlüklerinde sürecin hızlı ve doğru ilerlemesini sağlar.

İhtarnamenin veya tahliye talepli icra takibinin yasal şartlara uygun hazırlanmasını temin eder ve olası eksiklikleri önler.

Tahliye sebebine göre (temerrüt, tahliye taahhüdü, yeni malik ihtiyacı vb.) doğru stratejiyi belirler ve dava sürecinde riskleri minimize eder.

Usul hatalarını önleyerek, hak kaybını önler ve tahliye sürecinin etkin sonuçlanmasını sağlar.

Bu nedenle İstanbul, Tuzla avukat, Pendik avukat, Kartal avukat, Maltepe avukat, Aydınlı avukat, Orhanlı avukat, Gebze avukat, Çayırova avukat, Tepeören avukat, Darıca avukat, Bayramoğlu avukat gibi bölgelerde kiracının tahliyesinde hem hak kaybını önlemek hem de süreci en kısa ve güvenli şekilde tamamlamak için, Tuzla’da tahliye hukuku konusunda deneyimli bir avukattan profesyonel destek almak büyük önem taşır.

Read More

Araç mahrumiyet (yatış) bedeli nedir? Sigorta öder mi? Araç mahrumiyet bedeli nasıl hesaplanır?

Giriş

Bu çalışma, “araç mahrumiyet (yatış) bedeli” kavramını, sigorta şirketlerinin bu zarara ilişkin sorumluluğunu, hesaplama yöntemlerini ve zarardan sorumlu olan kişileri, sunulan yargı kararları ışığında analiz etmek amacıyla hazırlanmıştır. Analiz edilen kararlar, Yargıtay, Bölge Adliye Mahkemeleri ve İlk Derece Mahkemeleri’nin konuya ilişkin yaklaşımlarını ortaya koymaktadır.

Tanım: Araç mahrumiyet bedeli, trafik kazası sonucu hasar gören bir aracın, onarımı için gereken makul süre boyunca kullanılamamasından kaynaklanan zararı ifade eder. Bu zarar, ikame araç kiralama masrafı veya ticari araçlar için kazanç kaybı şeklinde ortaya çıkabilir.

Sorumlu Kişiler: Yargı kararlarında istikrarlı bir şekilde, araç mahrumiyet bedelinden öncelikli olarak kazada kusurlu olan aracın sürücüsü ve işleteninin (malikinin) müştereken ve müteselsilen sorumlu olduğu kabul edilmektedir.

Sigorta Şirketlerinin Sorumluluğu: En tartışmalı konu sigorta şirketlerinin sorumluluğudur. Kararların büyük çoğunluğu, araç mahrumiyet zararının “dolaylı zarar” niteliğinde olduğu ve Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası (ZMSS) Genel Şartları uyarınca teminat kapsamında bulunmadığı yönündedir. Ancak, Kasko sigorta poliçesinde “ikame araç klozu” gibi özel bir teminat bulunması halinde sigorta şirketinin sorumlu olabileceği belirtilmektedir.

Hesaplama Yöntemi: Araç mahrumiyet bedeli, aracın serviste fiilen kaldığı süreye göre değil, hasarın objektif olarak onarılabileceği “makul tamir süresi” esas alınarak hesaplanır. Hesaplamada, hasarlı araca emsal nitelikte bir aracın kiralama bedeli temel alınır. Ancak bu bedelden, aracın kullanılmaması nedeniyle tasarruf edilen yakıt, bakım, amortisman gibi giderlerin düşülmesi gerektiği Yargıtay kararlarında vurgulanmaktadır.

1. Araç Mahrumiyet Bedelinin Tanımı ve Hukuki Niteliği

İncelenen tüm kararlarda araç mahrumiyet bedeli, haksız fiil sonucu aracını kullanamayan malikin uğradığı bir zarar olarak kabul edilmektedir. Diyarbakır Asliye Ticaret Mahkemesi’nin (2024/699) kararında bu durum, Davaya konu kaza nedeniyle davacının aracında oluşan hasarın onarımı için gerekli makul sürede, davacının ikame araç temin etmek ve bu suretle masraf yapmak zorunda kalacağı, bu zararının da tazmininin gerektiği açıktır.” şeklinde ifade edilmiştir. Yargıtay kararları ise bu zararın Borçlar Kanunu çerçevesinde talep edilebileceğini belirtmektedir.

2. Sigorta Şirketlerinin Sorumluluğu

Yargı kararlarında sigorta şirketlerinin sorumluluğu konusunda belirgin bir ayrım göze çarpmaktadır:

Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası (Trafik Sigortası) Yönünden: Kararların ezici çoğunluğu, ZMSS’nin bu zararı karşılamadığı yönündedir. Gerekçe olarak, bu zararın doğrudan bir zarar olmayıp “dolaylı zarar” kabul edilmesi gösterilmektedir. Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 26. Hukuk Dairesi’nin (2019/428) kararında bu husus net bir şekilde ortaya konulmuştur: “araç mahrumiyetine ilişkin zarar, gerçek zarar kapsamında olmayıp, dolaylı zararlardan olduğundan, bu zarar kaleminden davalı sigorta şirketi sorumlu değildir. Davacı araç mahrumiyetine ilişkin zararını dava dışı araç işleteni ve/veya sürücüsünden talep edebilir.” Benzer şekilde, İstanbul Anadolu 3. Asliye Ticaret Mahkemesi (2014/1608) de ZMSS Genel Şartları’nın “Teminat Dışında Kalan Haller” başlıklı maddesine atıf yaparak sigorta şirketinin sorumluluğu bulunmadığına hükmetmiştir.

Kasko Sigortası Yönünden: ZMSS’nin aksine, Kasko poliçeleri bu zararı teminat altına alabilir. Bursa 1. Asliye Ticaret Mahkemesi’nin (2023/1359) kararında, “taraflar arasında kasko poliçesinde ikame araç klozu bulunduğundan davacı araç mahrumiyet bedelini talep edebileceği” belirtilerek sigorta şirketinin sorumluluğuna gidilmiştir. İzmir 2. Asliye Ticaret Mahkemesi (2022/673) kararı da bu durumu destekleyerek, ikame araç teminatının ek prim ödenerek poliçeye eklenebileceğini vurgulamıştır.

3. Araç Mahrumiyet Bedelinin Hesaplanması

Hesaplama yöntemi, yargı kararlarında belirli ilkelere bağlanmıştır:

Makul Süre Esası: Zarar, aracın tamirde kaldığı fiili süreye göre değil, hasarın niteliğine göre belirlenecek makul onarım süresine göre hesaplanır. Araç pert (total loss) olmuşsa, bu süre “emsal nitelikte yeni bir araç alması için gereken süre” olarak kabul edilir (Yargıtay 17. HD – 2015/5643).

Emsal Araç Kira Bedeli: Hesaplamanın temeli, hasar gören araçla aynı vasıflardaki bir aracın makul tamir süresi boyunca kiralanması için gerekli bedeldir.

Tasarruf Edilen Giderlerin Mahsubu: Yargıtay’ın yerleşik içtihatlarına göre, belirlenen brüt kiralama bedelinden, davacının kendi aracını kullanmadığı için tasarruf ettiği yakıt, bakım, amortisman gibi giderlerin düşülmesi gerekmektedir. Yargıtay 17. Hukuk Dairesi’nin (2016/87) kararında bu ilke şöyle ifade edilmiştir:“…davacının aracını kullanamadığı döneme ilişkin olarak bakım giderleri, amortisman vs. tasarruf ettiği miktarlar da gözetilerek saptanacak araç mahrumiyet bedelinin ne olacağı… konularını da irdeleyen ayrıntılı, denetime açık, gerekçeli ek rapor alınarak sonucuna göre karar verilmesi gerekirken…”

İspat Külfeti: Davacının fiilen araç kiraladığına dair bir belge sunamaması, talebinin tamamen reddedilmesini gerektirmez. Yargıtay 17. Hukuk Dairesi (2011/11664), bu durumda mahkemenin Borçlar Kanunu uyarınca hakkaniyete uygun bir bedel belirlemesi gerektiğini içtihat etmiştir.

4. Sorumlu Kişiler: Zararı Kim Öder?

Kararlar, sorumluluk sıralamasında net bir tablo çizmektedir. ZMSS’nin teminat dışı bıraktığı durumlarda, araç mahrumiyet bedelinden kazada kusurlu olan aracın sürücüsü ve işleteni (maliki) müştereken ve müteselsilen sorumludur. Ankara 5. Asliye Ticaret Mahkemesi’nin (2020/527) kararındaki, “araç mahrumiyet bedelinden ise davalı araç işleteni ve sürücünün sorumlu olduğu, sigorta şirketinin araç mahrumiyet bedelinden sorumluluğunun bulunmadığı…” şeklindeki hüküm, bu genel kuralı özetlemektedir.

Sonuç

Sunulan yargı kararları doğrultusunda, araç mahrumiyet bedelinin, haksız fiil sonucu aracını kullanamayan kişinin uğradığı gerçek bir zarar olduğu ve tazmin edilmesi gerektiği açıktır. Ancak bu zararın tazmininde sorumluluğun kime ait olduğu kritik bir önem taşımaktadır. Genel kural olarak, bu zarar “dolaylı zarar” kabul edildiğinden Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası teminatı dışındadır ve doğrudan kusurlu sürücü ile araç işleteninden talep edilmelidir. Sigorta şirketinin sorumluluğunun doğması için, genellikle Kasko poliçesi kapsamında bu zararı açıkça teminat altına alan bir “ikame araç” klozu gibi özel bir hükmün bulunması gerekmektedir. Zararın hesaplanmasında ise makul tamir süresi, emsal araç kira bedeli ve tasarruf edilen giderlerin mahsubu gibi teknik kriterler dikkate alınmalıdır. Bir yazı önerisi

Neden Tuzla Avukat Desteği Gerekli?

Araç mahrumiyet bedeline ilişkin davalar, çoğu zaman teknik hesaplamalar, sigorta poliçelerinin detaylı incelenmesi ve farklı yargı kararlarının yorumlanması gibi karmaşık unsurlar içerir. Özellikle Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası ve Kasko poliçeleri arasındaki farkların doğru tespit edilmesi, davanın sonucunu doğrudan etkileyebilir. Ayrıca, araç mahrumiyet bedelinin makul süre, emsal araç kira bedeli ve tasarruf edilen giderlerin mahsubu gibi kriterlere göre hesaplanması, uzman bilirkişi raporlarıyla desteklenmesi gereken bir süreçtir.

Bu nedenle İstanbul, Tuzla avukat, Pendik avukat, Kartal avukat, Maltepe avukat, Aydınlı avukat, Orhanlı avukat, Gebze avukat, Çayırova avukat, Tepeören avukat, Darıca avukat, Bayramoğlu avukat gibi bölgelerde, Tuzla’da deneyimli bir avukattan hukuki destek almak; hem sigorta şirketleriyle yürütülecek süreçlerde hak kaybı yaşamamak, hem de dava sürecinde doğru hukuki stratejiyi belirlemek açısından kritik öneme sahiptir. Avukat desteği, zararın doğru şekilde hesaplanarak talep edilmesini, sigorta şirketlerinin haksız itirazlarının bertaraf edilmesini ve yargılamada lehe karar alınmasını sağlayabilir.

Read More

İşverenin servis hizmetini kaldırması veya güzergahını işçi aleyhine değiştirmesi haklı fesih nedeni oluşturur mu?

Giriş

Bu çalışma, işveren tarafından sunulan servis hizmetinin tek taraflı olarak kaldırılması, güzergahının değiştirilmesi veya işçinin ikametgahına daha uzak bir noktadan hizmet verilmeye başlanması gibi durumların, işçinin iş sözleşmesini haklı nedenle feshetme hakkı doğurup doğurmadığına ilişkin Yargıtay ve Bölge Adliye Mahkemesi kararlarının analizini içermektedir. İnceleme, 4857 sayılı İş Kanunu’nun 22. maddesinde düzenlenen “çalışma koşullarında esaslı değişiklik” ve 24. maddesinin II-f bendinde yer alan “çalışma şartlarının uygulanmaması” hükümleri çerçevesinde yapılmıştır.

Genel Kural: Yargıtay’ın yerleşik içtihatlarına göre, iş sözleşmesi veya işyeri uygulaması ile sağlanan servis hizmetinin işverence tek taraflı olarak kaldırılması veya işçinin ulaşımını önemli ölçüde zorlaştıracak şekilde güzergahının değiştirilmesi, “çalışma koşullarında esaslı bir değişiklik” olarak kabul edilmektedir.

Haklı Fesih Hakkı: İşçinin yazılı rızası olmaksızın yapılan bu tür esaslı değişiklikler, işçiye İş Kanunu’nun 24/II-f bendi uyarınca iş sözleşmesini haklı nedenle derhal feshetme hakkı tanır.

Tazminat Hakları: İş sözleşmesini bu haklı nedene dayanarak fesheden işçi, kıdem tazminatına hak kazanır. Ancak, Yargıtay kararlarında istikrarlı bir şekilde vurgulandığı üzere, iş sözleşmesini haklı nedenle dahi olsa fesheden taraf (işçi) ihbar tazminatı talep edemez.

İstisnalar ve Özel Durumlar: Değişikliğin işçi tarafından yazılı olarak kabul edilmesi, işçinin değişikliğe uzun süre itiraz etmeksizin çalışmaya devam etmesi (dürüstlük kuralı kapsamında değerlendirilir), yapılan değişikliğin önemsiz ve makul olması veya iş sözleşmesinde işverene bu yetkinin açıkça tanınmış olması gibi durumlarda feshin haklılığı ortadan kalkabilir.

1. Servis Hizmetinin Kaldırılması veya Değiştirilmesinin “Esaslı Değişiklik” Niteliği

Yargıtay, işçiye sunulan servis imkanını, iş sözleşmesinin bir parçası veya kökleşmiş bir işyeri uygulaması olarak kabul etmektedir. Bu hizmetin işçinin onayı olmaksızın kaldırılması veya aleyhine değiştirilmesi, çalışma koşullarının ağırlaştırılması anlamına gelmektedir.

Yargıtay 9. Hukuk Dairesi (2012/33789 E., 2013/1994 K.), servis güzergahının değiştirilmesini açıkça esaslı değişiklik olarak nitelendirmiştir: Somut olayda, davacının oturduğu yer ve işyerinin bulunduğu yer dikkate alındığında servis güzergâhının değişmesi iş koşullarında esaslı değişiklik niteliğindedir.”

Yargıtay 22. Hukuk Dairesi (2012/6176 E., 2012/25856 K.) ise servisin kaldırılmasının çalışma koşullarını ağırlaştırdığını ve haklı fesih hakkı verdiğini belirtmiştir: Davacının kullanmış olduğu işyeri servisi çalışma koşulu halini alıp bunun davacının yazılı onayını almadan tek taraflı olarak işveren tarafından kaldırılması çalışma koşulları ağırlaştırma niteliğinde olup davacı işçiye 4857 sayılı Kanun’un 24/2-f maddesi uyarınca iş sözleşmesini haklı sebeple fesih hakkı verdiğinden davacının kıdem tazminatı talebinin kabulü gerekirken reddi hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.” Benzer şekilde, işyerinin taşınması ve yeni lokasyonda servis hizmeti sunulmaması da aynı kapsamda değerlendirilmektedir. Yargıtay 7. Hukuk Dairesi (2015/5833 E., 2016/5440 K.) kararında, İşyeri taşınmadan evvel sağlanan servis imkanının işyeri taşındıktan sonra sağlanmaması iş şartlarında davacı aleyhine değişikliklik niteliği taşıdığından, davacının iş sözleşmesini eylemli olarak feshetmesi işçinin haklı feshi olarak değerlendirilmelidir.” denilmiştir.

2. Feshin Hukuki Sonuçları: Kıdem ve İhbar Tazminatı Ayrımı

Kararlarda en dikkat çekici ve istikrarlı bulgu, haklı nedenle fesih yapan işçinin tazminat haklarına ilişkindir. İşçi kıdem tazminatını alabilirken, ihbar tazminatı talebi reddedilmektedir. Yargıtay 9. Hukuk Dairesi (2023/3247 E., 2023/3581 K.) bu durumu net bir şekilde açıklamaktadır: “…çalışma koşullarının değiştirilmesi aynı zamanda koşullarının uygulanmaması anlamına geldiğinden”, işçi bu durumda ihbar tazminatı talep edemez, ancak kıdem tazminatına hak kazanır. Yargıtay’a göre, “haklı nedenle olsa dahi iş sözleşmesini sonlandıran tarafın ihbar tazminatı hakkı bulunmadığından” bu durum böyledir. Yargıtay 22. Hukuk Dairesi (2018/11833 E., 2019/2367 K.) de aynı ilkeyi tekrarlamıştır: “İş sözleşmesini haklı sebeple de olsa fesheden işçi, kıdem tazminatına hak kazanır ise de ihbar tazminatına hak kazanamayacağından” ihbar tazminatı talebinin reddi gerektiği vurgulanmıştır.

3. İşçinin Yazılı Rızasının Önemi ve Zımni Kabul Sorunu

Esaslı değişikliğin geçerli olabilmesi için işçinin yazılı rızası şarttır. Bu rıza alınmadan yapılan değişiklik işçiyi bağlamaz.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu (2018/938 E., 2021/1200 K.) kararında bu husus kesin bir dille ifade edilmiştir: “Bir iş yeri uygulaması olan servis hizmetinin kaldırılması ise esaslı değişiklik niteliğinde olup, değişikliğin geçerli olabilmesi için işçinin yazılı rızasının alınması gerekmektedir. Somut uyuşmazlıkta, davacı işçinin yazılı rızası da mevcut olmadığından işverence yapılan tek taraflı değişiklik davacı işçiyi bağlamaz.” Ancak, işçinin değişikliğe rağmen uzun bir süre çalışmaya devam etmesi, hakkın kötüye kullanılması olarak yorumlanabilmektedir. Yargıtay 22. Hukuk Dairesi (2017/16312 E., 2018/23574 K.), nakilden sonra bir buçuk yıl çalışmaya devam eden işçinin feshinin haklı nedene dayanmadığına hükmetmiştir. Buna karşın Yargıtay 9. Hukuk Dairesi (2016/18207 E., 2020/6369 K.), 8 aylık çalışmanın değişikliği zımni olarak kabul anlamına gelmeyeceğine karar vererek, bu konuda somut olayın koşullarının belirleyici olduğunu göstermiştir.

4. Farklı Perspektifler ve İşverenin Yönetim Hakkı Sınırları

Her ne kadar genel kural işçi lehine olsa da, bazı kararlar işverenin yönetim hakkına ve değişikliğin niteliğine vurgu yapmaktadır. Yargıtay 22. Hukuk Dairesi’nin (2012/9721 E., 2012/29524 K.) bir kararında, “Servis güzergahında değişiklik yapılması, işyerinde kartlı sistem uygulamasına geçilmesi gibi hususlarda davacıya … sözleşmesini feshetme hakkını vermemektedir.” denilerek, her güzergah değişikliğinin esaslı nitelikte olmayabileceği ve işverenin yönetim hakkı kapsamında kalabileceği belirtilmiştir. Bu durum, değişikliğin işçinin ulaşımını ne ölçüde zorlaştırdığının somut olarak değerlendirilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Toplu İş Sözleşmesi (TİS) hükümleri de önemlidir. Bazı kararlarda TİS’in işverene servis güzergahlarını “makul ölçüler çerçevesinde” belirleme yetkisi verdiği görülmektedir (Örn: 9. HD, 2023/8154 E.). Ancak aynı TİS’ler, servis verilemeyen durumlarda yol ücreti ödenmesi gibi alternatif yükümlülükler de getirebilmektedir.

Sonuç

İncelenen yargı kararları ışığında, işveren tarafından iş sözleşmesi veya işyeri uygulaması ile sağlanan servis hizmetinin işçinin yazılı onayı olmaksızın kaldırılması veya işçinin ulaşımını objektif olarak zorlaştıracak şekilde değiştirilmesi, 4857 sayılı İş Kanunu’nun 22. ve 24/II-f maddeleri uyarınca “çalışma koşullarında esaslı değişiklik” ve “çalışma şartlarının uygulanmaması” olarak kabul edilmektedir. Bu durum, işçiye iş sözleşmesini haklı nedenle feshetme ve kıdem tazminatı talep etme hakkı vermektedir. Ancak, iş sözleşmesini fesheden taraf işçi olduğundan, ihbar tazminatına hak kazanamayacaktır.

Her somut olay, değişikliğin niteliği, işçinin ulaşımına etkisi, iş sözleşmesi ve TİS hükümleri ile işçinin değişikliğe karşı tutumu gibi faktörler göz önünde bulundurularak kendi özelinde değerlendirilmelidir. Özellikle değişikliğin makul sınırlar içinde kalıp kalmadığı ve işçinin bu değişikliğe uzun süre sessiz kalarak zımnen onay verip vermediği hususları, uyuşmazlığın çözümünde kritik rol oynamaktadır. Bir yazı önerisi.

Neden Tuzla Avukat Desteği Gerekli?

Servis hizmetinin kaldırılması veya güzergâhının değiştirilmesi gibi durumlar, iş hukuku bakımından ciddi sonuçlar doğurabilmektedir. İşçinin haklı fesih yapıp yapamayacağı, kıdem tazminatı talep edip edemeyeceği veya işverenin yönetim hakkının sınırlarının nasıl değerlendirileceği her somut olayda farklılık gösterebilir. Yanlış adımlar, hem işçi hem de işveren açısından hak kayıplarına yol açabilir.

Bu nedenle İstanbul, Tuzla avukat, Pendik avukat, Kartal avukat, Maltepe avukat, Gebze avukat, Orhanlı avukat, Tepeören avukat, Darıca avukat, Bayramoğlu avukat, Çayırova avukat gibi bölgelerde, Tuzla’da faaliyet gösteren işçiler ve işverenler açısından yerel uygulamaları ve Yargıtay içtihatlarını yakından takip eden Tuzla avukat desteği, sürecin doğru yönetilmesi ve hakların korunması için büyük önem taşımaktadır.

Read More

Yönetim planı olmadan kat mülkiyeti kurulabilir mi?

Giriş

Bu çalışma, “Yönetim planı olmadan kat mülkiyeti kurulabilir mi?” sorusuna ilişkin olarak sunulan Yargıtay, Danıştay, Uyuşmazlık Mahkemesi ve ilk derece mahkemesi kararlarının analiziyle hazırlanmıştır. İncelenen kararlar, sorunun yanıtının tek ve kesin olmadığını, konunun yasal düzenlemeler, fiili durumlar ve yargısal yorumlar çerçevesinde farklılıklar gösterdiğini ortaya koymaktadır. Çalışma, bu farklı perspektifleri bir araya getirerek sorunun hukuki boyutlarını aydınlatmayı amaçlamaktadır.

İncelenen yargı kararlarından elde edilen temel bulgular şunlardır:

Yasal Zorunluluk İlkesi: 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanunu’nun (KMK) 12. maddesi uyarınca, kat mülkiyetinin kurulması için tapu idaresine sunulması gereken belgeler arasında, malikler tarafından imzalanmış bir yönetim planı bulunmaktadır. Bu, kat mülkiyetinin tesisi için yönetim planının kural olarak kurucu bir unsur olduğunu göstermektedir.

Yargısal Esneklik ve Çözümler: Yargıtay, maliklerin yönetim planını imzalamaktan kaçınması gibi durumlarda, bu durumun kat mülkiyeti kurulmasına engel teşkil etmemesi için çözümler geliştirmiştir. Mahkeme kararıyla yönetim planının “imzalanmış sayılması” suretiyle kat mülkiyetine geçişin mümkün olduğu kabul edilmektedir.

Fiili Durum ve Toplu Yapı Farklılığı: Özellikle birden fazla parsel üzerinde kurulu olan ancak KMK’daki usule uygun olarak toplu yapı yönetimine geçmemiş sitelerde, her parsel için ayrı kat mülkiyeti ve ayrı yönetim planları bulunabilmektedir. Bu durumlarda, tüm parselleri kapsayan tek ve birleşik bir yönetim planı olmaksızın da kat mülkiyeti varlığını sürdürmektedir.

Kat İrtifakından Geçişte İstisna: Kat irtifakı kurulurken tapuya bir yönetim planı sunulmuşsa, kat mülkiyetine geçiş aşamasında ayrıca bir yönetim planı istenmemektedir. Bu durum, yönetim planının varlığının kat mülkiyeti kurulmadan önceki bir aşamada da sağlanabileceğini göstermektedir.

1. Yönetim Planının Kurucu Unsur Olarak Yasal Dayanağı

Kat Mülkiyeti Kanunu, yönetim planını kat mülkiyetinin kurulması için gerekli temel belgelerden biri olarak saymaktadır. Yargıtay ve Danıştay kararları bu yasal zorunluluğu sıklıkla teyit etmektedir. Yargıtay 18. Hukuk Dairesi’nin 2013/15750 E. sayılı kararında bu durum net bir şekilde ifade edilmiştir: “Bağımsız bölümlerin kullanılış tarzına, birden çok yapının varlığı halinde bu yapıların özelliğine göre 28 inci maddedeki esaslar çerçevesinde hazırlanmış, kat mülkiyetini kuran malik veya malikler tarafından imzalanmış bir yönetim plânı.” Benzer şekilde, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 2023/572 E. sayılı kararında, özellikle toplu yapılar için yönetim planının birleştirici ve zorunlu niteliği vurgulanmıştır: “Toplu yapı kapsamındaki yapı ve yerler için tamamını kapsayan bir tek yönetim plânı düzenlenir. Yönetim plânı, toplu yapı kapsamındaki bütün kat maliklerini bağlar.” Bu kararlar, yasal düzenlemenin kat mülkiyeti rejiminin temelini oluşturan ve tüm malikleri bağlayan bir “sözleşme” olarak yönetim planını zorunlu kıldığını göstermektedir.

2. Yasal Zorunluluğun Aşıldığı Durumlar ve Yargısal Yorumlar

Yasal kuralın katılığına rağmen, yargı kararları hakkaniyet ve pratik gereklilikler doğrultusunda esneklik göstermektedir.

Mahkeme Kararıyla “İmzalanmış Sayılma”: Malikler arasında anlaşmazlık olması ve bazılarının yönetim planını imzalamaktan imtina etmesi, kat mülkiyeti kurma hakkını ortadan kaldırmamalıdır. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 2017/2000 E. sayılı kararında bu duruma çözüm getirilmiştir. Kararda, KMK’nın 12. maddesinde sayılan belgelerin (proje, yapı kullanma belgesi ve yönetim planı) tamamlattırılması gerektiği, ancak “Yönetim planının paydaşlar tarafından imzalanmaktan kaçınılması halinde ise imzalanmış sayılması suretiyle” kat mülkiyetine geçişin mümkün olduğu belirtilmiştir. Bu yorum, kötü niyetli engellemelerin önüne geçmeyi amaçlamaktadır.

Kat İrtifakından Kat Mülkiyetine Geçiş: Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 2019/363 E. sayılı kararı, önemli bir istisnayı ortaya koymaktadır. KMK’nın 14. maddesine atıf yapan karar, kat irtifakı kurulurken yönetim planı verilmişse, “Kat mülkiyetine geçişte ayrıca yönetim plânı istenmez” hükmünü hatırlatır. Bu, sürecin başında verilen bir planın yeterli görüldüğünü ve mükerrer bir işlemden kaçınıldığını gösterir.

Fiilen Yönetim Plansız veya Ayrı Planlarla Var Olan Kat Mülkiyeti: Özellikle birden fazla parseli kapsayan sitelerde, yasal anlamda “toplu yapı” yönetimine geçilmemişse, her parselin kendi kat mülkiyeti ve kendi yönetim planı ile varlığını sürdürdüğü görülmektedir. Yargıtay 5. Hukuk Dairesi’nin 2024/8460 E. sayılı kararı bu durumu örneklendirir: “…taraflar arasında her iki parseli kapsayan bir yönetim planı bulunmadığı gibi 634 sayılı Kanun kapsamında toplu yapı yönetim planı da her iki parsel için kat malikleri kurulunca kabul edilerek tapu kütüğüne tescil edilmediği…” Bu gibi durumlarda, kat mülkiyeti mevcuttur ancak parseller arası ilişkiler ve ortak giderlere ilişkin uyuşmazlıklar KMK yerine genel hükümlere (Türk Medeni Kanunu, Borçlar Kanunu) göre çözümlenir. Yargıtay 20. Hukuk Dairesi’nin 2018/3771 E. sayılı kararında belirtildiği gibi, toplu yapı yönetimine geçilmediyse “uyuşmazlıkta Kat Mülkiyeti Kanunu hükümlerinin değil, genel hükümlerin uygulanması gerekmektedir.”

Sonuç

Sonuç olarak, “Yönetim planı olmadan kat mülkiyeti kurulabilir mi?” sorusuna verilecek yanıt, hukuki ve fiili duruma göre değişmektedir:

Hukuken (De Jure): Hayır, 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanunu’nun 12. maddesi uyarınca, yönetim planı kat mülkiyetinin kurulması için zorunlu bir kurucu belgedir. Tapu siciline tescil için sunulması gerekir.

Yargısal Uygulamada ve Fiiliyatta (De Facto): Evet, belirli koşullar altında yönetim planı olmadan da kat mülkiyeti kurulabilir veya varlığını sürdürebilir.

Maliklerin imzadan kaçınması halinde mahkeme kararıyla planın “imzalanmış sayılması” mümkündür.

Kat irtifakı aşamasında sunulan bir yönetim planı, kat mülkiyetine geçiş için yeterlidir.

Birden çok parselden oluşan yapılarda, tüm parselleri kapsayan birleşik bir “toplu yapı yönetim planı” olmasa dahi, her parsel kendi içinde kat mülkiyetli olarak var olabilir. Bu durumda, parsellerin ortak yönetimine ilişkin uyuşmazlıklar KMK yerine genel hükümlere tabi olur.

Dolayısıyla, yönetim planının yokluğu kat mülkiyetinin kurulmasına mutlak bir engel teşkil etmemekle birlikte, bu eksiklik anagayrimenkulün yönetimi ve ortaya çıkacak uyuşmazlıklarda uygulanacak hukuk kurallarının niteliğini temelden değiştiren önemli bir hukuki sonuç doğurmaktadır. Bir yazı önerisi.

Neden Tuzla Uzman Avukat Desteği Gerekli?

Kat mülkiyeti ve yönetim planı uyuşmazlıkları, yalnızca tapu işlemleriyle sınırlı olmayıp; ortak giderler, toplu yapı yönetimi, maliklerin hak ve yükümlülükleri gibi pek çok alanda sorunlara yol açmaktadır. Yargıtay ve Danıştay kararları da göstermektedir ki, yönetim planı bulunmadığı veya geçerli olmadığı durumlarda, uyuşmazlıkların çözümü genel hükümlere göre yapılmakta ve bu süreç teknik bilgi gerektirmektedir.

Bu nedenle, Tuzla’da kat mülkiyeti avukatı veya gayrimenkul hukuku alanında uzman bir avukat desteği almak büyük önem taşır. Tuzla, Pendik, Kartal, Maltepe, Gebze gibi bölgelerde sıkça karşılaşılan bu sorunlarda, uzman bir avukat:

Yönetim planının hazırlanması, değiştirilmesi veya iptali süreçlerini yürütür.

Kat mülkiyeti ve kat irtifakına ilişkin tapu işlemlerinde hukuki destek sağlar.

Mahkeme aşamasında maliklerin haklarını koruyarak olası hak kayıplarını önler.

Ortak gider ve toplu yapı yönetimi uyuşmazlıklarında müvekkil lehine güçlü bir savunma geliştirir.

Sonuç olarak, yönetim planı bulunmaması kat mülkiyetini tamamen engellemese de, ortaya çıkacak uyuşmazlıklarda ciddi hukuki sorunlara yol açabilir. Bu nedenle İstanbul, Tuzla avukat, Pendik avukat, Kartal avukat, Maltepe avukat, Gebze avukat, Aydınlı avukat, Orhanlı avukat, Tepeören avukat, Darıca avukat, Bayramoğlu avukat veya Çayırova avukat gibi bölgelerde Tuzla uzman avukat desteği almak, sürecin sağlıklı ilerlemesi ve hak kaybı yaşanmaması açısından kritik öneme sahiptir.

Read More

İşten çıkarılan işçiye imzalatılan “tüm haklarımı aldım” şeklindeki ibraname geçerli midir?

Giriş

Bu çalışma, işverence işten çıkarılan ve “tüm haklarımı aldım” şeklinde bir belge (ibraname) imzalayan işçinin, ödenmemiş ücret, fazla mesai ve ihbar tazminatı alacaklarını talep edip edemeyeceği sorusuna ilişkin Yargıtay kararlarının analizini içermektedir. Analiz, ibranamenin geçerlilik koşulları, Yargıtay’ın 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden önceki ve sonraki uygulamaları, ibranamenin içeriği ile işveren savunması arasındaki çelişkiler ve belgenin ispat gücü gibi temel hukuki meselelere odaklanmaktadır.

Yargıtay kararlarının incelenmesi sonucunda, işçiye imzalatılan ibranamenin geçerliliği ve alacaklara etkisi konusunda belirli temel ilkeler ortaya çıkmaktadır:

İbranamenin Geçerliliği İçin Yasal Şartlar (01.07.2012 Sonrası):

Yargıtay, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun (TBK) 420. maddesinin yürürlüğe girdiği 01.07.2012 tarihinden sonra düzenlenen ibranameler için katı geçerlilik şartları aramaktadır. Bu şartları taşımayan ibranameler “kesin olarak hükümsüz” kabul edilmektedir. Yargıtay 9. Hukuk Dairesi’nin 2015/2005 E., 2016/12513 K. sayılı kararında bu şartlar şöyle sıralanmıştır:

İbra sözleşmesinin yazılı olması, İbra tarihi itibarıyla sözleşmenin sona ermesinden başlayarak en az bir aylık sürenin geçmiş olması, İbra konusu alacağın türünün ve miktarının açıkça belirtilmesi, Ödemenin hak tutarına nazaran noksansız ve banka aracılığıyla yapılması.

İş İlişkisi Devam Ederken Alınan İbranamelerin Geçersizliği:

 Yargıtay’ın yerleşik içtihatlarına göre, işçinin işverene bağımlı olduğu ve iradesinin baskı altında olabileceği kabulüyle, iş ilişkisi devam ederken düzenlenen ibra sözleşmeleri geçersizdir. Yargıtay 9. Hukuk Dairesi’nin 2008/33618 E., 2010/22083 K. sayılı kararında bu durum, “İş ilişkisinin devamı sırasında düzenlenen ibra sözleşmeleri geçerli değildir.” şeklinde açıkça ifade edilmiştir.

Savunma ile Çelişen İbranameler: İbranamede yazılı olan hususlar ile işverenin davadaki savunması arasında çelişki bulunması, ibranamenin geçersizliğine yol açan önemli bir nedendir. Örneğin, işverenin işçinin istifa ettiğini savunmasına rağmen ibranamede kıdem ve ihbar tazminatı ödendiğinin belirtilmesi, Yargıtay tarafından çelişki olarak kabul edilmekte ve ibranamenin itibarsızlaşmasına neden olmaktadır. Yargıtay 9. Hukuk Dairesi’nin 2010/46459 E., 2013/7167 K. sayılı kararında, “İbraname, bu haliyle, davacının istifa ettiğini, dolayısıyla tazminata hak kazanamadığını bildiren davalı savunmasıyla çelişmektedir.” denilerek bu tür belgelere değer verilemeyeceği vurgulanmıştır.

Miktar İçeren ve İçermeyen İbranamelerin Etkisi:

 İbranamede alacak kalemlerinin ve miktarlarının açıkça belirtilip belirtilmemesi, belgenin hukuki niteliğini değiştirmektedir.

Miktar İçermeyen İbranameler: “Tüm haklarımı aldım” gibi genel ifadeler içeren ve alacak kalemlerini tek tek miktar belirterek saymayan ibranamelere Yargıtay şüpheyle yaklaşmaktadır. Yargıtay 9. Hukuk Dairesi’nin 2008/21802 E., 2010/6801 K. sayılı kararında, “Dairemizin yerleşmiş uygulamasına göre ibranamede alacaklar kalem kalem gösterilmelidir.” denilerek bu tür genel ifadelere geçerlilik tanınmasının hatalı olduğu belirtilmiştir.

Miktar İçeren İbranameler: İbranamede belirli bir miktar belirtilmiş ve bu miktar ödenmişse, belge ödenen kısım için “makbuz” hükmünde kabul edilir. İşçi, alacağının daha fazla olduğunu ispatlarsa, ödenen miktar mahsup edilerek bakiye alacağa hükmedilir. Yargıtay 22. Hukuk Dairesi’nin 2013/17628 E., 2014/29790 K. sayılı kararında belirtildiği gibi, “Kısmi ödeme hallerinde ise, ibraya değer verilmemekte ve yapılan ödemenin kısmi, ibra belgesinin makbuz hükmünde olduğu kabul edilmektedir.”

İspat Yükü: İşçilik alacaklarının ödendiğini ispat yükü işverene aittir. İşverenin, sadece imzalı bir ibraname sunması yeterli değildir; aynı zamanda bu ibranamede belirtilen ödemeleri banka dekontu gibi geçerli belgelerle kanıtlaması gerekmektedir. Yargıtay 9. Hukuk Dairesi’nin 2014/35462 E., 2016/6605 K. sayılı kararında, “davacının aldığı ücretlerin ödendiğine dair davalı tarafından makbuz ve belge sunulmadığından ibranamenin geçersiz olduğu” yönündeki mahkeme tespiti bu ilkeyi desteklemektedir.

İnceleme ve Değerlendirme

Örneğin, 7 ay çalışmış işçinin işten çıkarılırken imzaladığı “tüm haklarımı aldım” şeklindeki belge, 2 aylık ücret, fazla mesai ve ihbar tazminatı alacaklarına engel teşkil etmeyecektir. Bu sonuca varılmasının temel nedenleri şunlardır:

TBK Madde 420’ye Aykırılık: Düzenlenen bir ibranamenin TBK’nın 420. maddesindeki şartları taşıması zorunludur. Örnekteki belge, işten çıkarma anında imzalatılmıştır; dolayısıyla “fesih tarihinden itibaren en az bir aylık sürenin geçmiş olması” şartını ihlal etmektedir. Ayrıca, “alacağın türünün ve miktarının açıkça belirtilmesi” ve “ödemenin noksansız ve banka aracılığıyla yapılması” şartlarının da sağlanmadığı anlaşılmaktadır. Bu nedenle belge, kanunen “kesin olarak hükümsüzdür”.

Belgenin İçeriği: Belge, “tüm haklarımı aldım” şeklinde genel bir ifade içermekte olup, ödenmesi gereken ücret, fazla mesai ve ihbar tazminatı alacaklarını miktar belirterek ayrı ayrı göstermemektedir. Yargıtay’ın yerleşik içtihatları, bu tür miktar içermeyen ve alacak kalemlerini tek tek saymayan belgelere itibar edilmemesi yönündedir.

Ödemenin Yapılmamış Olması: Soruda, ilgili alacakların ödenmediği açıkça belirtilmiştir. İbranamenin geçerli olabilmesi için temel unsur, bir borcun sona erdirilmesidir. Ortada bir ödeme yokken imzalatılan belge, borcu sona erdirmez ve hukuken bir anlam ifade etmez. İşveren, ödeme yaptığını geçerli belgelerle ispatlayamadığı sürece, imzalatılan bu kağıda dayanamaz.

Sonuç

Yargıtay kararları ışığında yapılan değerlendirmeye göre, işçiye işten çıkarılırken imzalatılan ve “tüm haklarımı aldım” şeklinde genel bir ifade içeren belge, işçinin ödenmemiş olan aylık ücret, fazla mesai ve ihbar tazminatı alacaklarını talep etmesine engel teşkil etmez.

Söz konusu belge, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 420. maddesinde aranan zorunlu geçerlilik şartlarını (fesih sonrası en az 1 ay bekleme, alacak türü ve miktarının belirtilmesi, banka yoluyla ödeme) taşımadığı için kesin hükümsüzdür. Ayrıca, Yargıtay’ın istikrarlı uygulamalarına göre, miktar içermeyen, alacak kalemlerini tek tek saymayan, fiili bir ödeme ile desteklenmeyen ve işveren savunmasıyla çelişme potansiyeli taşıyan bu tür belgelere hukuki bir sonuç bağlanamaz. İşçinin ilgili alacakları için dava açması halinde, ispat yükü işverende olacak ve işveren ödeme yaptığını kanıtlayamadığı sürece mahkeme, imzalatılan bu belgeye itibar etmeyerek işçinin alacaklarına hükmedecektir. Bir yazı önerisi.

Tuzla Avukat Desteği Neden Gerekli?

İşten çıkarılan işçiye imzalatılan ibranameler çoğu zaman hak kayıplarına yol açabilmektedir. Yargıtay kararları, bu belgelerin hangi koşullarda geçerli veya geçersiz olduğunu açıkça ortaya koysa da, işçi veya işveren açısından bu koşulların doğru değerlendirilmesi profesyonel bir hukuki destek gerektirir. Yanlış atılan bir adım, işçinin yıllarca emek vererek hak kazandığı ücret, fazla mesai, kıdem ve ihbar tazminatı gibi önemli alacakların kaybedilmesine neden olabilir.

Özellikle İstanbul’un Anadolu Yakası ve çevresinde yaşayanlar için bu süreçte uzman bir avukatla çalışmak kritik öneme sahiptir. Tuzla avukat, Pendik avukat, Kartal avukat, Maltepe avukat, Aydınlı avukat, Orhanlı avukat, Gebze avukat, Çayırova avukat, Tepeören avukat, Darıca avukat ve Bayramoğlu avukat bölgelerinde faaliyet gösteren hukukçular, işçilik alacakları, ibraname geçerliliği ve dava süreçlerinin yönetimi konusunda yerel tecrübeleriyle sürece değer katar.

Bu bölgelerde uzman bir avukatla çalışmak, hem işçilerin hak kayıplarını önlemek hem de işverenlerin olası hukuki risklerini doğru şekilde yönetmek için kritik bir ihtiyaçtır. Profesyonel destek sayesinde, ibranamelerin geçerliliği, ödemelerin ispatı ve dava sürecindeki stratejik adımlar doğru şekilde planlanabilir.

Read More

Hasar farkı bedeli nedir, nasıl alınır?

Giriş

Bu yazı, “hasar farkı bedeli” kavramının ne olduğu ve bu bedelin nasıl talep edilebileceği sorularını, sunulan ilk derece mahkemesi, bölge adliye mahkemesi ve Yargıtay kararları ışığında analiz etmektedir. Analiz edilen kararlar, hasar farkı bedelinin tanımı, ortaya çıkış nedenleri, talep süreci ve yargılama aşamasında dikkat edilen hususlar hakkında kapsamlı bir çerçeve sunmaktadır. Yazı, bu kavramı farklı perspektiflerden ele alarak avukatlar için pratik bir hukuki kaynak oluşturmayı amaçlamaktadır.

1. Hasar Farkı Bedelinin Tanımı ve Kapsamı

İncelenen yargı kararlarında “hasar farkı bedeli” (veya “bakiye hasar bedeli”), bir trafik kazası veya sigorta poliçesi kapsamındaki bir riziko sonucu meydana gelen zararın, sigorta şirketi tarafından ödenen tazminat ile gerçek zarar miktarı arasındaki fark olarak tanımlanmaktadır. Bu farkın ortaya çıkmasının temel nedenleri şunlardır:

Orijinal Parça Yerine Eşdeğer/Yan Sanayi Parça Kullanımı: En sık rastlanan uyuşmazlık konusudur. Sigorta şirketinin, hasar gören aracın onarımında orijinal parça yerine daha ucuz olan eşdeğer, muadil veya yan sanayi parça kullanması durumunda, iki parça arasındaki fiyat farkı hasar farkı bedeli olarak talep edilebilmektedir. Yargı kararları, tam tazmin ilkesi gereği, araç sahibinin onayı olmaksızın eşdeğer parça kullanılamayacağını vurgulamaktadır. Samsun Bölge Adliye Mahkemesi’nin belirttiği gibi, hak sahibinden onay alındığını veya orijinal parçanın temin edilemediğini ispat yükü sigortacıya aittir: “Bu fıkra kapsamında hak sahibinden onay alındığını veya hasar gören parçanın orijinal parça ile değiştirilmesine imkan olmadığını ispat yükü sigortacıya aittir.” (Samsun BAM 3. Hukuk Dairesi, 2023/1606-2024/1941). Yargıtay’ın yerleşik uygulaması da bu yöndedir: …gerçek zararın ancak aracın onarımında tamamen orijinal parçalar kullanılmak suretiyle sağlanacağı, orijinal parçalara göre hasar bedelinin belirlenmesi gerektiği…” (İzmir 1. Asliye Ticaret Mahkemesi, 2020/403-2021/334).

Haksız İskonto Uygulamaları: Sigorta şirketlerinin, özellikle anlaşmalı servisler aracılığıyla, yedek parça ve işçilik bedelleri üzerinden belirli iskontolar uygulayarak ödeme yapması sıkça görülmektedir. Mahkemeler, bu iskontoların sigortalıya yansıtılamayacağına ve gerçek zararın iskontosuz bedel üzerinden hesaplanması gerektiğine hükmetmektedir. Kayseri 2. Asliye Ticaret Mahkemesi kararında bu durum, “orijinal yedek parçalarda ve işçiliklerde ise haksız ve hukuka aykırı bir şekilde iskonto uygulandığını” şeklinde ifade edilmiştir (2023/15-2024/1040).

Eksik Hasar Tespiti ve Düşük İşçilik Ücreti: Sigorta eksperleri tarafından yapılan hasar tespitinin, piyasa rayiçlerinin altında kalması veya işçilik ücretlerinin eksik hesaplanması da hasar farkı bedeli taleplerine yol açmaktadır.

2. Hasar Farkı Bedelinin Talep Süreci

Kararlar, hasar farkı bedelinin tahsili için izlenmesi gereken adımları net bir şekilde ortaya koymaktadır:

Sigorta Şirketine Başvuru: Süreç, zararın tazmini için öncelikle ilgili sigorta şirketine yazılı başvuruda bulunulmasıyla başlar.

Arabuluculuk: Sigorta şirketinin talebi reddetmesi veya eksik ödeme yapması durumunda, dava açmadan önce arabuluculuğa başvurmak dava şartıdır.

Dava Açılması veya Sigorta Tahkim Komisyonu’na Başvuru: Arabuluculuk sürecinde anlaşma sağlanamaması halinde, hak sahibi Asliye Ticaret Mahkemesi’nde dava açabilir veya Sigorta Tahkim Komisyonu’na başvurabilir. Ancak, bu iki yoldan birinde verilen kesin hüküm, diğeri için bağlayıcıdır. İzmir 4. Asliye Ticaret Mahkemesi’nin bir kararında vurgulandığı üzere, Sigorta Tahkim Komisyonu’nun verdiği kesin bir ret kararı, “kesin hüküm sonucu doğuracağından, zarar gören dava yolu ile de olsa aynı zarara yönelik yeniden talepte bulunamaz. (2022/381-2023/162).

İnceleme ve Değerlendirme

Yargılama sürecinde hasar farkı bedeli taleplerinin akıbetini belirleyen en önemli unsur bilirkişi raporudur. Mahkemeler, gerçek zararın tespiti için neredeyse tüm dosyalarda bilirkişi incelemesine başvurmakta ve hükümlerini büyük ölçüde bu raporlara dayandırmaktadır. Örneğin, İzmir 2. Asliye Ticaret Mahkemesi, bilirkişi raporuyla tespit edilen 20.000,00 TL’lik gerçek zarardan sigortacının ödediği 7.784,52 TL’yi mahsup ederek “bakiye zarar miktarı olarak tespit edilen 12.215,48-TL zararın davalıdan tahsiline” karar vermiştir (2021/499-2022/246).

Taleplerin kabulü için davacının, onarımın fatura gibi belgelerle kanıtlanması önem arz etmektedir. İstanbul Anadolu 2. Asliye Ticaret Mahkemesi, davacının “fatura ve bu fatura doğrultusunda hasar onarım bedelini ödediğini belgelendiremediğinden” davayı reddetmiştir (2022/154-2024/328).

Öte yandan, taleplerin reddedildiği durumlar da mevcuttur. Eğer bilirkişi raporu, sigorta şirketinin yaptığı ödemenin gerçek zararı karşıladığı yönünde olursa dava reddedilmektedir (Ankara 10. Asliye Ticaret Mahkemesi, 2023/191-2023/856). Benzer şekilde, davacı ile sigorta şirketi arasında bir mutabakat veya ibraname imzalanmışsa ve ödenen bedel ile gerçek zarar arasında “fahiş fark” yoksa, sonradan açılan hasar farkı davası reddedilebilmektedir (Ankara 1. Asliye Ticaret Mahkemesi, 2024/460-2025/107).

Sonuç

Yargı kararları ışığında “hasar farkı bedeli”, sigorta şirketinin eksik ödemesi sonucu sigortalının malvarlığında oluşan gerçek zararın tamamlanmasını sağlayan bir tazminat kalemidir. Bu bedelin ortaya çıkışındaki temel nedenler; orijinal parça yerine eşdeğer parça kullanılması, haksız iskontolar ve eksik hasar tespitidir.

Hasar farkı bedelinin başarılı bir şekilde tahsili; sigorta şirketine başvuru, zorunlu arabuluculuk ve nihayetinde dava veya tahkim yoluna gidilmesini içeren usuli adımların doğru takip edilmesine bağlıdır. Yargılama aşamasında ise talebin ispatı için sunulan deliller, özellikle de gerçek zararı piyasa rayiçlerine göre ve iskontosuz olarak hesaplayan, denetime elverişli bir bilirkişi raporu kritik öneme sahiptir. Davacının onarım masraflarını fatura gibi belgelerle kanıtlaması ve sigorta şirketiyle haklarını ortadan kaldıracak bir ibraname imzalamamış olması, davanın seyri açısından belirleyici faktörlerdir. Bir yazı önerisi.

Tuzla’da Avukat Desteği Neden Gerekli?

Hasar farkı bedeli davaları, hem sigorta hukukunun teknik hükümlerini hem de usul hukukunun titizlikle takip edilmesini gerektiren karmaşık süreçlerdir. Bu davalarda, özellikle sigorta şirketlerinin güçlü hukuki kadrolarla hareket ettiği dikkate alındığında, bireysel başvurular çoğu zaman hak kayıplarına yol açabilmektedir.

Tuzla’da uzman bir avukat desteği almanın önemini şu şekilde özetlemek mümkündür:

Hukuki Sürecin Doğru Takibi: Hasar farkı bedeli taleplerinde, sigorta şirketine başvuru, arabuluculuk ve dava/tahkim gibi aşamaların doğru sırayla yürütülmesi zorunludur. Avukat desteği, bu usuli şartların eksiksiz yerine getirilmesini sağlar.

Bilirkişi ve Raporlara İtiraz: Yargılamada en kritik delil bilirkişi raporlarıdır. Tuzla’da yerel mahkemelerde görülen dosyalarda deneyimli bir avukat, raporlardaki eksiklikleri veya sigorta lehine yapılan hesaplamaları zamanında tespit ederek itiraz edebilir.

Hak Kaybının Önlenmesi: Sigorta şirketlerinin uyguladığı haksız iskontolar, eşdeğer parça dayatmaları ve eksik hasar tespitlerine karşı etkili bir hukuki mücadele için uzman avukat desteği gereklidir.

Yerel Tecrübe Avantajı: Tuzla’daki avukatlar, bölgedeki Asliye Ticaret Mahkemeleri’nin uygulamalarını, bilirkişi havuzlarını ve yerleşik yargılama pratiklerini yakından bildikleri için davanın seyrine doğrudan katkı sağlayabilmektedir.

Hızlı ve Stratejik Çözüm: Sigorta Tahkim Komisyonu başvuruları veya dava sürecinde en kısa sürede en yüksek faydayı sağlayacak hukuki stratejiyi belirlemek, profesyonel destek sayesinde mümkündür.

Sonuç olarak, hasar farkı bedeli taleplerinde İstanbul, Tuzla avukat, Pendik avukat, Kartal avukat, Maltepe avukat, Aydınlı avukat, Orhanlı avukat, Gebze avukat, Çayırova avukat, Tepeören avukat, Darıca avukat, Bayramoğlu avukat gibi bölgelerde uzman bir avukat desteği, hem hak kayıplarını önlemek hem de sürecin en verimli şekilde sonuçlanmasını sağlamak açısından kritik bir ihtiyaçtır.

Read More

Apartman/site ortak gider payı nasıl paylaştırılır?

Giriş

Bu çalışma, “Ortak gider payı nasıl paylaştırılır?” sorusuna yanıt olarak, Yargıtay, Danıştay ve Bölge Adliye Mahkemesi kararları temelinde hazırlanmıştır. İncelemeler, ortak giderlerin paylaştırılmasında temel yasal çerçevenin 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanunu (KMK), özellikle de Kanun’un 20. maddesi olduğunu göstermektedir. Ancak bu genel kuralın, taşınmazın yönetim planı, kat malikleri kurulu kararları ve yapının niteliğine (toplu yapı, alışveriş merkezi, kooperatif vb.) göre önemli farklılıklar gösterebildiği tespit edilmiştir. çalışma, bu farklı senaryoları ve yargı kararlarının bu konudaki yaklaşımını detaylı olarak ele almaktadır.

İncelenen yargı kararları ışığında ortak giderlerin paylaştırılmasına ilişkin temel prensipler şu şekilde özetlenebilir:

Genel Kural (KMK Madde 20): Kat malikleri arasında aksi kararlaştırılmadıkça, ortak giderlerin paylaştırılmasında ikili bir ayrım mevcuttur. Kapıcı, kaloriferci, bahçıvan ve bekçi gibi personel giderleri kat malikleri arasında eşit olarak paylaştırılırken; anagayrimenkulün sigorta primleri, ortak yerlerin bakım, koruma, onarım giderleri ve yönetici aylığı gibi diğer tüm giderler kat maliklerinin arsa payı oranında paylaştırılır.

Sözleşmesel Öncelik (Yönetim Planı): Yönetim planı, kat malikleri arasında bir sözleşme niteliğindedir ve KMK’nın emredici hükümlerine aykırı olmamak kaydıyla gider paylaşımına ilişkin özel düzenlemeler içerebilir. Yönetim planında giderlerin paylaşımına dair özel bir hüküm varsa, KMK Madde 20’deki genel kural yerine bu hüküm uygulanır. Yargıtay 12. Hukuk Dairesi’nin 2013/39753 sayılı kararında bu durum, “aralarında başka türlü bir anlaşma olmadıkça, kat maliklerinden her birinin genel giderlere katılma biçimi belirlenmiştir.” ifadesiyle vurgulanmıştır.

Özel Yapı Türleri İçin Farklı Rejimler:

Toplu Yapılar: Ortak giderler, giderin ilgili olduğu ortak alanın niteliğine göre paylaştırılır. Sadece belirli bir yapının kullanımına tahsis edilmiş ortak alanların giderleri o yapıdaki kat maliklerince, tüm bağımsız bölümlerin ortak kullanımına açık alanların giderleri ise tüm kat maliklerince karşılanır (KMK Madde 72).

Alışveriş Merkezleri (AVM): Özel yönetmelik hükümlerine tabidir. Giderler öncelikle tarafların oy birliğiyle belirlediği usule, bu sağlanamazsa perakende işletmelerin satış alanlarının toplam satış alanına oranı ölçüsünde paylaştırılır.

Kooperatifler: Temel ilke, Kooperatifler Kanunu’nun 23. maddesi uyarınca ortaklar arasındaki “eşitlik”tir. Genel giderler, konutların niteliğine bakılmaksızın ortaklar arasında eşit olarak paylaştırılır.

Sorumluluk: Ortak gider borcundan asıl sorumlu kat malikidir. Ancak KMK Madde 22 uyarınca, bağımsız bölümden kira sözleşmesi veya başka bir sebeple sürekli olarak faydalananlar (örneğin kiracılar), kat maliki ile birlikte müştereken ve müteselsilen sorumludur.

1. Ortak Giderde Genel Kural: Kat Mülkiyeti Kanunu Madde 20 ve Arsa Payı Oranı

Yargı kararlarının büyük çoğunluğu, ortak gider paylaşımının ana kaynağı olarak KMK Madde 20’yi göstermektedir. Bu madde, kat malikleri arasında özel bir anlaşma (genellikle yönetim planı) bulunmadığı durumlarda uygulanacak varsayılan kuralları belirler. Yargıtay 18. Hukuk Dairesi’nin 2013/11645 E. sayılı kararında bu ayrım net bir şekilde ifade edilmiştir: “kat maliklerinden her biri aralarında başka türlü anlaşma olmadıkça kapıcı, kaloriferci, bahçıvan ve bekçi giderlerine ve bunlar için toplanacak avansa eşit olarak, anataşınmazın sigorta primlerine ve bütün ortak yerlerin bakım, koruma, güçlendirme ve onarım giderleri ile diğer giderlere ve ortak tesislerin işletme giderlerine ve giderler için toplanacak avansa kendi arsa payı oranında katılmakla yükümlüdürler.”

Bu ikili ayrım, Yargıtay tarafından istikrarlı bir şekilde uygulanmaktadır. Örneğin, bir apartman görevlisinin işçilik alacaklarından kat maliklerinin eşit olarak sorumlu olduğuna (Yargıtay 22. HD, 2015/22846 K.), anataşınmazın çatısının onarımından ise tüm kat maliklerinin arsa payı oranında sorumlu olduğuna (Yargıtay 18. HD, 2013/12320 K.) hükmedilmiştir.

2. Ortak Giderde İstisnai Durum: Yönetim Planı ve Kat Malikleri Kurulu Kararlarının Etkisi

KMK Madde 20’nin “aralarında başka türlü anlaşma olmadıkça” ifadesi, yönetim planına ve kat malikleri kurulu kararlarına gider paylaşımını farklı şekilde düzenleme imkânı tanır. Yönetim planı, tüm kat maliklerini bağlayan bir sözleşme olduğundan, buradaki paylaşım usulü kanundaki genel kuralın önüne geçer. Yargıtay 20. Hukuk Dairesi’nin 2018/4859 K. sayılı kararında, yönetim planında yer alan “Kat maliklerinden her biri arsa payları ne olursa olsun; sitenin tüm giderlerine eşit olarak katılırlar.” hükmü gereğince, giderlerin arsa payına göre değil, eşit olarak paylaştırılması gerektiği kabul edilmiştir. Ancak kat malikleri kurulu kararlarının bu konudaki yetkisi sınırlıdır. Alınan kararlar, kanunun emredici hükümlerine ve yönetim planına aykırı olamaz. Yargıtay 20. Hukuk Dairesi’nin 2018/352 K. sayılı kararında, demirbaş giderlerine eşit katılım yönündeki kat malikleri kurulu kararının, KMK Madde 20’ye aykırı olduğu ve bu tür giderlerin arsa payı oranında toplanması gerektiği belirtilmiştir.

3. Özel Durumlar ve Farklı Yapı Türleri

Toplu Yapılar: Danıştay 6. Dairesi’nin 2019/15402 K. sayılı kararında, KMK Madde 72’ye atıf yapılarak, “toplu yapı kapsamındaki belli bir yapıya veya yapıların sadece birkaçındaki kat maliklerinin ortak kullanım ve yararlanmasına tahsis edilmiş ortak yer ve tesislere ilişkin ortak giderlerin, o yapılardaki kat malikleri tarafından” karşılanacağı ilkesi benimsenmiştir. Bu kapsamda, sadece bir bloğa ait sosyal tesis ve havuz giderlerinden yalnızca o bloktaki kat maliklerinin sorumlu tutulması hukuka uygun bulunmuştur.

Alışveriş Merkezleri (AVM): Danıştay 10. Dairesi’nin 2020/3044 K. sayılı kararında belirtildiği üzere, Alışveriş Merkezleri Hakkında Yönetmelik özel hükümler içermektedir. Buna göre, ortak giderler öncelikle tarafların oy birliğiyle belirleyeceği bir usule göre, bu mümkün olmazsa “perakende işletmelerin satış alanlarının alışveriş merkezinin satış alanına oranı ölçüsünde paylaştırılır.”

Kooperatifler: Yargıtay 23. Hukuk Dairesi’nin 2012/5825 K. sayılı kararında, Kooperatifler Kanunu’nun 23. maddesindeki “ortaklar, bu kanunun kabul ettiği esaslar dahilinde hak ve vecibelerde eşittirler” ilkesi gereğince, konutlar arasında tip ve metrekare farkı olsa dahi, genel giderlerin ortaklar arasında eşit olarak paylaştırılması gerektiği vurgulanmıştır.

4. Sorumluluğun Kapsamı ve İspat

Ortak gider borcundan birincil derecede kat maliki sorumludur. Ancak Yargıtay 20. Hukuk Dairesi’nin 2017/9245 K. sayılı kararında KMK Madde 22’ye dikkat çekilerek, kiracının sorumluluğunun da altı çizilmiştir:

“Kat malikinin, 20. madde uyarınca payına düşecek gider ve avans borcundan ve gecikme tazminatından, bağımsız bölümlerin birinde kira akdine, oturma (sükna) hakkına veya başka bir sebebe dayanarak devamlı bir şekilde faydalananlar da müştereken ve müteselsilen sorumludur.”

Ayrıca, ortak gider alacağının ispatı için yönetimce tutulan defterler, işletme projesi, faturalar ve kat malikleri kurulu kararlarının delil niteliği taşıdığı, uyuşmazlık halinde bu belgeler üzerinden bilirkişi incelemesi yaptırılması gerektiği birçok kararda (örn. Yargıtay 18. HD, 2015/10055 K.) belirtilmiştir.

Sonuç

Ortak gider payının nasıl paylaştırılacağı sorusunun yanıtı, tek bir kurala indirgenemeyecek kadar katmanlıdır. Yargı kararları, bu konuda hiyerarşik bir inceleme yapılması gerektiğini ortaya koymaktadır:

Öncelikle, yapının niteliği (AVM, kooperatif, toplu yapı vb.) incelenerek özel bir kanun veya yönetmelik hükmünün uygulanıp uygulanmayacağı tespit edilmelidir.

Özel bir düzenleme yoksa, anagayrimenkulün Yönetim Planı incelenmelidir. Yönetim planındaki paylaşım usulü, kanundaki genel kuraldan önce gelir.

Yönetim planında bir hüküm bulunmuyorsa, kat malikleri kurulunun kanuna ve hukuka uygun olarak aldığı kararlar esas alınır.

Yukarıdaki özel düzenlemelerin hiçbiri mevcut değilse, Kat Mülkiyeti Kanunu’nun 20. maddesindeki genel ve ikili kural (personel giderleri için eşit paylaşım, diğer giderler için arsa payı oranında paylaşım) uygulanır.

Bu nedenle, her bir somut olayda, giderin türü, anagayrimenkulün hukuki statüsü ve kat malikleri arasındaki sözleşmesel düzenlemeler birlikte değerlendirilerek doğru paylaşım oranına ulaşılmalıdır. bir yazı önerisi.

Neden Tuzla’da Avukat Desteği Gerekli?

Ortak giderlerin paylaştırılmasına ilişkin kurallar, ilk bakışta Kat Mülkiyeti Kanunu’nun 20. maddesi ile basit görünebilir. Ancak uygulamada görüldüğü üzere, yönetim planındaki özel düzenlemeler, kat malikleri kurulu kararları, yapının toplu yapı, site, AVM veya kooperatif olup olmaması gibi hususlar paylaşım yöntemini doğrudan değiştirmektedir. Ayrıca Yargıtay ve Danıştay kararları, bu konuda farklı senaryolar için ayrıntılı içtihatlar geliştirmiştir.

Bu nedenle, somut uyuşmazlığın doğru değerlendirilmesi ve hak kaybına uğranmaması için profesyonel hukuki destek alınması büyük önem taşır. Özellikle Tuzla gibi hızlı kentleşen bölgelerde, site ve apartman yönetimlerinin çok sayıda bağımsız bölüme sahip olması, ortak gider paylaşımı uyuşmazlıklarını daha da karmaşık hale getirmektedir.

Bir Tuzla avukatı, hem Kat Mülkiyeti Kanunu hem de güncel yargı kararları ışığında müvekkiline yol göstererek;

Yönetim planının yorumlanması,

Kat malikleri kurulu kararlarının geçerliliği,

Ortak gider alacaklarının tahsili,

Kiracının sorumluluğu,

İtiraz ve dava süreçleri konularında hukuki destek sağlayabilir.

Bu nedenle İstanbul, Tuzla avukat, Pendik avukat, Kartal avukat, Maltepe avukat, Gebze avukat, Aydınlı avukat, Orhanlı avukat, Tepeören avukat, Darıca avukat, Bayramoğlu avukat veya Çayırova avukat gibi bölgelerde avukat desteği almak, apartman ve site yönetimleri için sadece mevcut uyuşmazlıkların çözümünde değil, aynı zamanda gelecekte doğabilecek ihtilafların önlenmesinde de kritik bir rol oynamaktadır.

Read More