Yoksulluk Nafakasının kaldırılması, azaltılması veya artırılması mümkün mü? Yargıtay Kararları Işığında Nafaka Değişiklik Davaları

Türk Medeni Kanunu uyarınca hükmedilen yoksulluk nafakası, boşanma nedeniyle yoksulluğa düşecek olan tarafa, diğer tarafın mali gücü oranında ödenen süresiz bir irattır. Ancak, bu nafaka mutlak ve değişmez bir nitelik taşımaz. Yoksulluk nafakasının kaldırılması, azaltılması veya kaldırılması mümkündür. Tarafların hayat koşullarında ve mali durumlarında zamanla meydana gelen değişiklikler, nafaka miktarının yeniden değerlendirilmesini gerektirebilir. Bu yazı, sunulan Yargıtay kararları ışığında, yoksulluk nafakasının kaldırılması, artırılması ve azaltılması davalarının hangi ilke ve koşullar altında değerlendirildiğini, Yargıtay’ın bu konudaki yerleşik içtihatlarını ve benimsediği temel yaklaşımları ayrı ayrı incelemektedir. Bu yazı, hem esasa ilişkin maddi hukuk kurallarını hem de davaların seyrini etkileyen usuli meseleleri ele alarak bütüncül bir bakış açısı sunmayı amaçlamaktadır.

a) Genel İlkeler

Yoksulluk Kavramının Geniş Yorumu: Yargıtay, yoksulluğu dar anlamda “hiç geliri olmamak” olarak tanımlamamaktadır. Yerleşik içtihatlara göre, “yeme, giyinme, barınma, sağlık, ulaşım, kültür (eğitim) gibi bireyin maddi varlığını geliştirmek için zorunlu ve gerekli görülen harcamaları karşılayacak düzeyde geliri olmayanları yoksul kabul etmek gerekir.” (Yargıtay HGK, 2017/455 E. – 2019/1084 K. sayılı karardan alıntılanmıştır).

Asgari Ücretin Tek Başına Belirleyici Olmaması: Nafaka alacaklısının asgari ücret veya biraz üzerinde bir gelir elde etmeye başlaması, tek başına yoksulluğun ortadan kalktığı ve nafakanın kaldırılması gerektiği anlamına gelmez. Bu durum, nafaka miktarının indirilmesinde bir etken olarak değerlendirilir, ancak nafaka hakkını tamamen ortadan kaldırmaz.

Değişen Koşullar ve Hakkaniyet İlkesi (TMK m. 176/4): Nafakanın artırılması veya azaltılması taleplerinin temel dayanağı, “tarafların mali durumlarının değişmesi veya hakkaniyetin gerektirdiği hallerdir”. Mahkemeler, bu değişikliklerin olağanüstü ve önemli olup olmadığını somut delillerle değerlendirir.

Sözleşmeye Bağlılık İlkesi: Özellikle anlaşmalı boşanma protokolü ile belirlenen nafakaların değiştirilmesi taleplerine Yargıtay temkinli yaklaşmaktadır. “Sözleşme ile kararlaştırılmış ve hakim tarafından onaylanmış olan iradın, yasada aranan şartlar gerçekleşmeden, tamamen kaldırılmasını ya da indirilmesini istemek hakkın kötüye kullanılması mahiyetini arz eder. (Yargıtay 2. H.D., 2021/1356 E. – 2021/3869 K. sayılı karardan alıntılanmıştır). Bu tür taleplerin kabulü için tarafların mali durumlarında öngörülemeyen, olağanüstü bir değişiklik yaşanması aranır.

Enflasyon Oranının (ÜFE/TÜFE) Rolü: Tarafların mali durumlarında olağanüstü bir değişiklik ispatlanamadığı durumlarda, nafaka artırım talepleri için standart ölçüt, paranın alım gücünü korumak amacıyla Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından açıklanan Üretici Fiyat Endeksi (ÜFE) artış oranıdır. Bu oranın üzerinde bir artış için haklı bir neden gösterilmelidir.

Usuli Meselelerin Önemi: Birçok dava, esasa girilmeden usuli nedenlerle reddedilmekte veya geri çevrilmektedir. Özellikle nafaka davalarında yıllık nafaka farkının kanuni temyiz sınırının altında kalması, vekaletname veya dosya eksiklikleri gibi nedenler, yargılamanın seyrini doğrudan etkilemektedir.

b) Yoksulluk Nafakasının Kaldırılması Davaları

Yoksulluk nafakasının kaldırılması, en köklü değişikliği ifade eder ve belirli şartların gerçekleşmesine bağlıdır. TMK m. 176/3’e göre nafaka; alacaklının yeniden evlenmesi veya taraflardan birinin ölümüyle kendiliğinden, alacaklının evli olmadan fiilen evliymiş gibi yaşaması, yoksulluğunun ortadan kalkması veya haysiyetsiz hayat sürmesi halinde ise mahkeme kararıyla kaldırılır.

Yoksulluğun Ortadan Kalkması: Yargıtay’ın en sık değerlendirdiği bu sebep için, nafaka alacaklısının elde ettiği gelirin, yukarıda tanımlanan temel yaşam giderlerini karşılayacak, onu yoksulluktan kurtaracak düzeyde, düzenli ve güvenceli olması gerekir. Geçici işlerde çalışmak veya sadece asgari ücret düzeyinde bir gelire sahip olmak, yoksulluğu ortadan kaldıran bir sebep olarak görülmemektedir.

İspat Külfeti ve “Çoğun İçinde Az da Vardır” İlkesi: Nafakanın kaldırılmasını talep eden taraf, dayandığı sebepleri (örneğin yoksulluğun ortadan kalktığını) somut delillerle ispatlamakla yükümlüdür. Eğer mahkeme, yoksulluğun tamamen ortadan kalkmadığına ancak alacaklının mali durumunda bir iyileşme olduğuna kanaat getirirse, “nafakanın kaldırılması istemi nafakanın indirilmesi istemini de kapsayacağından” (Yargıtay HGK, 2014/692 E. – 2016/125 K.) nafakanın tamamen kaldırılması talebini reddedip, hakkaniyete uygun bir indirim yapabilir.

c) Yoksulluk Nafakasının Artırılması Davaları

Bu davalar genellikle paranın alım gücündeki düşüş veya tarafların durumlarındaki değişiklikler nedeniyle açılır. Tarafların mali durumlarında olağanüstü bir değişiklik olmadığı sürece, Yargıtay’ın yerleşik uygulaması, nafakanın takdir edildiği tarihteki dengeyi korumak amacıyla ÜFE (bazı kararlarda TÜFE) oranında artırılması yönündedir. Yargıtay, bir değişiklik ispatlanmadığı halde bu oranın üzerinde yapılan artışları “yanılgılı değerlendirme” olarak kabul edip bozma sebebi saymaktadır (Yargıtay 3. H.D., 2016/17393 E. – 2017/6650 K.).

Olağanüstü Durum: ÜFE oranından daha yüksek bir artış talep ediliyorsa, nafaka alacaklısının ihtiyaçlarında (örneğin sağlık sorunları) ciddi bir artış olduğu veya nafaka yükümlüsünün gelirinde önemli bir iyileşme yaşandığı ispat edilmelidir. Mahkeme, bu iddiaları araştırarak hakkaniyete göre yeni bir denge kurar.

d) Yoksulluk Nafakasının Azaltılması Davaları

Azaltma talepleri, genellikle nafaka yükümlüsünün mali durumunun kötüleşmesi veya nafaka alacaklısının mali durumunun iyileşmesi gerekçelerine dayanır.

Nafaka Alacaklısının Gelir Elde Etmesi: Alacaklının çalışmaya başlayıp gelir elde etmesi, nafakanın azaltılması için en yaygın gerekçelerden biridir. Yargıtay, bu durumu yoksulluğun tamamen ortadan kalkması olarak değil, nafaka miktarının yeniden değerlendirilmesini gerektiren bir olgu olarak görür. Mahkeme, “TMK’nın 4.maddesinde vurgulan hakkaniyet ilkesi gereğince, nafakanın uygun bir miktarda indirilmesine karar vermek olmalıdır.” (Yargıtay 3. H.D., 2015/16107 E. – 2016/224 K.).

Nafaka Yükümlüsünün Mali Durumunun Kötüleşmesi: Yükümlünün işini kaybetmesi, gelirinde ispatlanabilir ve ciddi bir düşüş olması gibi durumlar da nafakanın indirilmesi için geçerli bir sebep olabilir.

Sözleşmeye Bağlılığın Önemi: Anlaşmalı boşanma protokolü ile kararlaştırılan nafakaların azaltılması taleplerinde Yargıtay daha katı bir tutum sergilemektedir. Davacının (yükümlünün), boşanma sonrası mali durumunda öngörülemez ve olağanüstü bir kötüleşme olduğunu ispatlayamaması durumunda, sırf döviz kurundaki artış veya genel ekonomik zorluklar gibi nedenlerle yaptığı azaltma talebi, “hakkın kötüye kullanılması” olarak değerlendirilerek reddedilebilmektedir (Yargıtay 2. H.D., 2021/6536 E. – 2021/6618 K.). Bir makale önerisi.

Sonuç

İncelenen Yargıtay kararları, yoksulluk nafakasıyla ilgili davaların statik olmadığını ve “hakkaniyet” ile “değişen koşullar” ilkeleri çerçevesinde dinamik bir değerlendirmeye tabi tutulduğunu göstermektedir. Yargıtay’ın yaklaşımı, nafakanın amacının alacaklıyı zenginleştirmek değil, boşanma nedeniyle düşülen yoksulluk durumunu telafi etmek olduğu yönündedir.

Bu çerçevede, nafakanın kaldırılması için yoksulluğun somut delillerle ispatlanmış bir şekilde sona ermesi gibi kesin koşullar aranırken; azaltılması talepleri, taraflar arasındaki ekonomik dengenin değişmesi durumunda hakkaniyeti yeniden sağlamak için bir araç olarak kullanılmaktadır. Artırılması taleplerinde ise temel ölçüt, olağanüstü bir durum yoksa, enflasyon karşısında nafakanın alım gücünü korumaktır. Tüm bu süreçlerde mahkemeler, hem tarafların iddialarını somut delillerle ispatlamasını beklemekte hem de her somut olayın kendi özgün koşulları içinde adil bir denge kurmayı hedeflemektedir. Bu nedenle, bu tür davalarda sonuç, büyük ölçüde sunulan delillere ve değişen koşulların niteliğine bağlıdır.

Neden İstanbul, Tuzla Avukat Desteği Gerekli?

Yoksulluk nafakasına ilişkin davalar, hem maddi hem de usule ilişkin karmaşık detaylar içermektedir. Her somut olay, farklı sosyoekonomik koşullara, anlaşmalara ve delillere dayandığından, yanlış strateji ya da eksik sunulan belge hak kaybına neden olabilir.

Bu nedenle, İstanbul Tuzla avukat, Pendik avukat, Kartal avukat, Maltepe avukat, Gebze avukat, Tepeören avukat, Orhanlı avukat ve Çayırova avukat gibi bölgesel düzeyde aile hukuku alanında uzman avukatlardan destek almak, nafaka taleplerinizin doğru biçimde yönlendirilmesi açısından büyük önem taşır.

Uzman bir avukat, nafaka davasının açılabilirliğini analiz eder, delilleri toplayarak sunar, ekonomik raporları değerlendirir ve gerekirse protokol hükümlerinin geçerliliğine itiraz eder. Böylece hem nafaka alacaklısı hem de yükümlü açısından adil bir sonuca ulaşılması sağlanabilir.

Read More

Toplu Yapılarda Aidat Toplama Yetkisi Kime Aittir? Toplu Yapı Yönetimine mi, Ada/Blok Yönetimine mi?

Giriş

Kat Mülkiyeti Kanunu (“KMK”) ile yönetim planları, apartman ve site yaşamında aidat toplama yetkisinin hangi yönetim birimine ait olduğunu belirleyen temel hukuki düzenlemeleri oluşturur. Ancak uygulamada sıkça karşılaşılan sorunlardan biri, aidat toplama yetkisinin toplu yapı yönetimine mi yoksa ada/blok/parsel yönetimlerine mi ait olduğuna ilişkin ortaya çıkan yetki ihtilaflarıdır. Bu bağlamda, Yargıtay kararları da söz konusu yetkinin belirlenmesinde hem KMK hükümlerini hem de yönetim planlarının bağlayıcılığını esas alır.

1. Sorun : Aidat Toplama Yetkisinde Yetki Karmaşası

Aidat toplama yetkisine ilişkin uyuşmazlıklar, genellikle yönetim planının yorumlanması ve KMK hükümleriyle olan ilişkisi bağlamında ortaya çıkmaktadır. Örneğin, Yargıtay 5. Hukuk Dairesi 2020/12058 E. sayılı kararında, aidat toplama yetkisinin “toplu yapı yönetiminde mi yoksa ada yönetiminde mi olduğu” yönünde çıkan ihtilafın çözümü talep edilmiştir. Kararda, davacı tarafın, aidat toplama yetkisinin münhasıran toplu yapı yönetimine ait olduğunun tespitini talep ettiği, davalı ada yönetiminin ise yetkisiz aidat topladığı ileri sürülmüştür. (Yarg. 5. HD, 2020/12058 E.)

Benzer bir şekilde Yargıtay 20. Hukuk Dairesi, 2017/2312 E. sayılı kararında, yönetim planı uyarınca belirli bir blok yönetiminin, başka bir bloktan aidat toplama yetkisi bulunmadığını ifade etmiş ve yetkinin yalnızca ilgili blok yönetiminde olduğuna hükmetmiştir (Yarg. 20. HD, 2017/2312 E.). Yine Yargıtay 18. Hukuk Dairesi 2015/2716 E. sayılı kararında, toplu yapı yönetiminin parsel maliklerinden aidat toplama yetkisine sahip olmadığı, bu yetkinin parsel yönetimlerine ait olduğu açıkça belirtilmiştir (Yarg. 18. HD, 2015/2716 E.).

2. Çözüm: Yetki Dağılımının Yönetim Planı ve KMK’ya Göre Tespiti

Aidat toplama yetkisinin tespitinde öncelikli olarak yönetim planı esas alınmalıdır. Zira yönetim planı, Kat Mülkiyeti rejiminde normlar hiyerarşisinde kanundan sonra gelen, bağlayıcı ve düzenleyici bir belgedir. Yönetim planı ile açıkça toplu yapı yönetimine yahut alt yönetim birimlerine (örneğin ada, blok ya da parsel yöneticisine) aidat toplama yetkisi verilmişse, bu düzenlemeye riayet edilmesi zorunludur.

Bu bağlamda Yargıtay 18. Hukuk Dairesi 2013/7471 E. sayılı kararında, aidat toplama işlemlerinde yönetim planına uygun hareket edilmesini ve bu planın kat maliklerinin haklarını gözeterek adil bir şekilde uygulanmasını gerektiğini ifade etmiştir (Yarg. 18. HD, 2013/7471 E.).

Sonuç

Aidat toplama yetkisine dair uyuşmazlıklarda çözüm, KMK hükümleri ve yönetim planının birlikte değerlendirilmesini gerektirir. Yetkinin hangi yönetim birimine ait olduğunun belirlenmesinde; Yönetim planında açık hüküm bulunup bulunmadığı, Yönetim planının KMK m. 28’e uygun şekilde değiştirilip değiştirilmediği, söz konusu yönetim biriminin, ilgili bağımsız bölüm maliklerini temsil etme niteliğine sahip olup olmadığı hususları belirleyici olmaktadır.

Yönetim planında bu yetkinin hangi birime verildiği açıkça belirlenmişse, bu plana aykırı aidat toplama girişimleri yetkisizlik teşkil eder. Öte yandan, planın belirsizliği veya eksikliği hâlinde, yargı mercileri aidat toplama yetkisinin niteliğini KMK hükümleri çerçevesinde yorumlayarak belirlemektedir.

Neden Uzman Avukat Görüşü Gerekli? | Tuzla Avukat

Aidat toplama yetkisine ilişkin uyuşmazlıklar, özellikle Tuzla, Pendik ve Kartal gibi çok bloklu yapılaşmanın yoğun olduğu bölgelerde sıkça ortaya çıkmaktadır. Yönetim planındaki eksiklikler, kanuna aykırı uygulamalar ve yetki karmaşaları, hak kaybına neden olabilecek ciddi sorunlardır.

Bu nedenle Yönetim planının hukuka uygunluğu, Aidat toplama yetkisinin kimde olduğu, Yetkisiz tahsilatın nasıl engelleneceği gibi konularda Tuzla’da kat mülkiyeti alanında uzman bir avukatın görüşü, doğru çözüm yollarını belirlemek açısından büyük önem taşır. Yerel uygulamalara ve mahkeme kararlarına hâkim uzman bir avukat, haklarınızı korumanıza yardımcı olur. Bu konuda bir makale önerisi.

Read More

Serbest Bölgede Faaliyet Ruhsatı Almanın ve Yer Kiralamanın Şartları ve Usulü

1. Giriş

Bu çalışma, Türkiye’deki serbest bölgelerde faaliyette bulunmak isteyen yerli ve yabancı yatırımcıların izlemesi gereken hukuki prosedürleri ele almaktadır. Çalışmanın temel amacı, 3218 sayılı Serbest Bölgeler Kanunu ve ilgili mevzuat çerçevesinde, “faaliyet ruhsatı” almanın ve bu faaliyetler için gerekli olan “işyeri temini (kiralama, irtifak hakkı vb.)” sürecinin şartlarını ve usulünü açıklamaktır. Serbest bölgeler, “ihracata yönelik yatırım ve üretimi teşvik etmek, doğrudan yabancı yatırımları ve teknoloji girişini hızlandırmak” gibi stratejik hedeflerle kurulmuş özel ekonomik alanlardır. Bu hedeflere ulaşmak için kurulan sistemin temel taşları olan ruhsatlandırma ve yer tahsisi, belirli bir idari sürece tabidir. Bu çalışma, söz konusu sürecin adımlarını, ilgili kurumları ve tarafların hak ve yükümlülüklerini ortaya koymaktadır.

2. Faaliyet Ruhsatı Alma Usulü

Faaliyet ruhsatı, bir yatırımcının serbest bölgedeki teşviklerden yararlanabilmesi ve yasal olarak faaliyette bulunabilmesi için zorunlu bir izin belgesidir. Süreç, çok aşamalı bir idari prosedürü içermektedir.

Başvuru Mercii ve Başvuru Sahipleri: Süreç, yatırımcının başvurusu ile başlar. Başvuru yapabilecek kişiler, kanunda açıkça belirtilmiştir: “yerli ya da yabancı gerçek ya da tüzel kişiler Ticaret Bakanlığından ruhsat almak kaydıyla serbest bölgelerde faaliyette bulunabileceklerdir”. Başvurunun ilk adresi ise ilgili bölgenin Serbest Bölge Müdürlüğü’dür.

Değerlendirme Süreci: Başvuru, tek bir merci tarafından sonuçlandırılmaz. Serbest Bölge Müdürlüğü, başvuruyu aldıktan sonra, “serbest bölge işleticisi ile bölge kurucu ve işleticisinin görüşünü aldıktan sonra, başvuruyu kendi görüşünü de ekleyerek Serbest Bölgeler Genel Müdürlüğüne gönderir”. Bu, sürecin yerel ve merkezi otoriteler arasında bir koordinasyon gerektirdiğini göstermektedir. Nihai karar mercii Ticaret Bakanlığı’na bağlı Serbest Bölgeler Genel Müdürlüğü’dür.

Başvurunun Sonuçlanması: Genel Müdürlük tarafından yapılan değerlendirme sonucunda iki ihtimal ortaya çıkar:

Reddedilme: “Başvuru uygun bulunmazsa bu durum başvurucuya yazılı olarak bildirilir ve başvuru ücreti iade edilir”.

Ön Kabul ve Yer Temini Şartı: “Başvuru uygun görülürse, bu durum başvurucuya yazılı olarak bildirilir ve kendisine faaliyetini sürdüreceği işyerinin teminine yönelik olarak yapılacak sözleşmenin bir örneği ile gerekli diğer belgeleri Genel Müdürlüğe iletmesi için otuz günlük süre verilir. Bu bulgu, faaliyet ruhsatının nihai olarak verilmesinin, yatırımcının bölgede bir işyeri temin ettiğini kanıtlaması şartına bağlı olduğunu net bir şekilde göstermektedir.

Nihai Ruhsatlandırma: Yatırımcı, verilen 30 günlük süre içinde kira sözleşmesi gibi belgeleri sunarsa, başvurucuya faaliyet ruhsatı verilir. Bu ruhsatı alan kişi, kanunen “kullanıcı” statüsünü kazanır. Süreye uyulmaması halinde ise “dosya işlemden kaldırılır ve başvuru ücreti irat olarak kaydedilir.

3. Serbest Bölgede Yer Kiralama ve Tahsis Şartları

Faaliyet ruhsatı sürecinin ayrılmaz bir parçası olan yer temini, yatırımcıya farklı seçenekler sunan esnek bir yapıya sahiptir. Yatırımcılar, faaliyet gösterecekleri işyerini farklı hukuki yöntemlerle temin edebilirler. En sık uygulanan yöntemler kiralama ve irtifak hakkı tesisidir.

Sözleşmelerin Onayı: Yatırımcının bölge işleticisi veya kurucu/işleticisi ile yaptığı kira veya satış sözleşmeleri de idari bir onaya tabidir. Serbest Bölge Müdürlüğü’nün görevleri arasında, “faaliyet ruhsatı müracaatı uygun görülen kişilerin yapmış olduğu kira ve satış sözleşmelerini onaylamak” da bulunmaktadır.

Bölge İşleticisinin Rolü: Özel sektör tarafından işletilen serbest bölgelerde (yap-işlet-devret veya işletme sözleşmesi modelleri), bölge işleticisi yer temininde kilit bir rol oynar. İşletici, “serbest bölge arazi, bina ve tesislerinin kiralanması veya sair suretle kullanıma verilmesi ile yıkım ve yeniden inşasına ilişkin usul ve esasları belirlemek ve uygulamak” yetkisine sahiptir. Kiralamaya ilişkin özel şartlar ve tarifeler, idare ile işletici arasında yapılan ana sözleşmede belirlenir.

4. Diğer Değerlendirmeler

Ruhsatın Hukuki Niteliği: Faaliyet ruhsatı, basit bir izin belgesinden öte, bir “şartlı ruhsat” veya “şartnameli ruhsat” niteliğindedir. Bu, ruhsatın sahibine belirli haklar (teşviklerden yararlanma vb.) tanımasının yanı sıra, uyması gereken yükümlülükler de getirdiği anlamına gelir. Hiçbir gerçek veya tüzelkişi faaliyet ruhsatı almaksızın serbest bölge teşviklerinden yararlanamaz. Bu, ruhsatın bölgedeki ekonomik faaliyetin anahtarı olduğunu gösterir.

İdari Sürecin Bütünlüğü: Faaliyet ruhsatı alma ve yer kiralama, birbirinden bağımsız düşünülemeyecek, birbirini şart koşan iki süreçtir. Yatırımcı, ruhsat başvurusunun ön onayını almadan anlamlı bir kira sözleşmesi yapamaz; aynı şekilde, onaylanmış bir kira sözleşmesi sunmadan da nihai ruhsatı alamaz. Bu yapı, bölgeye yalnızca ciddi ve faaliyete geçmeye hazır yatırımcıların girmesini sağlamayı amaçlayan bir kontrol mekanizmasıdır.

Esnek Tahsis Modelleri: Kanun koyucunun yatırımcılara kiralama, 49 yıla varan irtifak hakkı ve yap-işlet-devret gibi farklı modeller sunması, serbest bölgelerin yatırımcı dostu bir yapıya sahip olduğunu göstermektedir. Bu esneklik, farklı sermaye ve proje büyüklüklerine sahip yerli ve yabancı yatırımcıları çekmeyi hedeflemektedir.

Devletin ve Özel Sektörün Rol Dağılımı: Serbest bölgelerin kuruluş ve işletilmesinde farklı modellerin (devlet tarafından, özel sektör tarafından, yap-işlet-devret) uygulanmaktadır. Bu durum, yer kiralama sürecindeki muhatabın (doğrudan idare veya bölge işleticisi) ve kira şartlarının değişmesine neden olabilir. Ancak her durumda, nihai denetim ve onay yetkisi Serbest Bölgeler Genel Müdürlüğü ve Serbest Bölge Müdürlüğü gibi kamu otoritelerindedir.

Neden Uzman Avukat Görüşü Gerekli?

Serbest bölgede faaliyet ruhsatı almak ve yer kiralamak, basit bir kira sözleşmesi süreci değildir. Hem ruhsatlandırma hem de yer tahsisi aşamaları, idari usuller, süreli başvurular, kamu-özel sektör işbirliği sözleşmeleri gibi teknik konuları içerdiğinden, bu işlemler mutlaka deneyimli bir hukukçu gözetiminde yürütülmelidir. Yanlış ya da eksik yapılan başvurular, yatırımın reddedilmesine veya ciddi gecikmelere yol açabilir. Özellikle Tuzla, Pendik, Kartal, Maltepe, Gebze, Tepeören, Orhanlı ve Çayırova gibi sanayi ve ticaretin yoğun olduğu bölgelerde serbest bölge yatırımı planlayan kişi ve kurumların, serbest bölge ve yatırım hukuku konusunda uzman bir Tuzla avukatından profesyonel danışmanlık alması hak ve menfaat kaybını önlemek açısından kritik öneme sahiptir.

Read More

Yönetim Planının Değiştirilmesi: Yargı Kararları Işığında Usul, Şartlar ve Uygulamadaki Sorunlar

Giriş

Bu çalışmada Yönetim Planının Değiştirilmesi: Yargı Kararları Işığında Usul, Şartlar ve Uygulamadaki Sorunlar ele alınacaktır. Kat Mülkiyeti Kanunu (KMK) kapsamında, bir ana gayrimenkuldeki kat maliklerinin hak ve yükümlülüklerini, ortak alanların kullanımını ve genel yönetim esaslarını düzenleyen temel belge yönetim planıdır. KMK’nın 28. maddesinde açıkça belirtildiği gibi, “Yönetim planı, bütün kat maliklerini bağlıyan bir sözleşme hükmündedir.” Bu niteliğiyle yönetim planı, ana gayrimenkulün adeta anayasası olarak kabul edilir ve tüm kat maliklerini, onların haleflerini, yöneticileri ve denetçileri bağlar. Bu denli bağlayıcı ve temel bir belgenin değiştirilmesi, kanun koyucu tarafından sıkı usul ve şartlara bağlanmıştır. Ancak uygulamada, yönetim planı değişiklikleri sıkça hukuki uyuşmazlıklara ve davalara konu olmaktadır.

1. Yönetim Planının Değiştirilmesi Usul ve Şartları

Yönetim planını değiştirmenin temel şartı, KMK m. 28’de net bir şekilde ifade edilen 4/5’lik oy çokluğudur. Yargıtay, bu kurala sıkı sıkıya bağlıdır. Örneğin, Yargıtay bir kararında “208 bağımsız bölümlü anataşınmazda 59 kat malikinin oyu ile yapılan yönetim planı değişikliğinin usul ve yasaya aykırı olduğu” (Yargıtay 5. Hukuk Dairesi, 2022/4353) belirtilerek, nitelikli çoğunluğun sağlanmamasının tek başına iptal sebebi olduğuna hükmetmiştir.

Bu çoğunluğun nasıl sağlanacağı da önemlidir. Yargıtay, kararların kat malikleri kurulunda alınması gerektiğini vurgulamaktadır: “…yönetim planında yapılacak değişikliklerin tartışılmadan yeni yönetim planı olarak tapuya tescili hatalı olup...” (Yargıtay 5. Hukuk Dairesi, 2022/13565) Bu karar, değişikliğin sadece elden imza toplanarak değil, kat maliklerinin bir araya gelip konuyu müzakere ettiği bir kurul toplantısında karara bağlanması gerektiğini göstermektedir. Ayrıca, kanunun emredici hükmü, yönetim planındaki daha ağırlaştırıcı şartları dahi geçersiz kılabilir. Bir Yargıtay kararında, mevcut yönetim planında değişiklik için oybirliği şartı bulunsa bile, KMK’nın 4/5’lik çoğunluk kuralının uygulanacağı belirtilmiştir. (Yargıtay 5. Hukuk Dairesi, 2022/11838)

2. Yönetim Planı Değişikliğinin Sınırları ve Yargısal Denetim

Kat maliklerinin 4/5 çoğunlukla dahi olsa yönetim planında yapacakları değişiklikler sınırsız değildir. Temel ilke, mahkemenin kat maliklerinin takdir yetkisine müdahale edememesidir. “hakim, kat maliklerinin iradesi yerine geçerek yönetim planı değişikliğine karar veremez.” (Yargıtay 20. Hukuk Dairesi, 2017/10419) Ancak bu kuralın önemli bir istisnası vardır: Yönetim planı hükümleri, kanunun emredici kurallarına aykırı olamaz. Yargıtay bu durumu şöyle açıklamaktadır: “emredici hükümlere aykırılık, yok veya mutlak butlanla hükümsüzlük hali olup, KMK’na göre her bir kat maliki, belirli bir süre ile bağlı olmaksızın yönetim planının kanunun emredici hükümlerine aykırı düzenlemelerinin iptalini isteyebilir. Bunun için ilgili maddelerin kat malikleri kurulunda görüşülmüş olması da gerekmez.” (Yargıtay 20. Hukuk Dairesi, 2018/6697) Bu, kat maliklerine, kanuna aykırı bir yönetim planı hükmüne karşı süresiz bir dava hakkı tanımaktadır. Örneğin, yönetim planına konulan bir hükümle, KMK m. 19 ve 44 uyarınca oybirliği gerektiren inşaat ve tesis yapma hakkının 4/5 çoğunlukla verilmesi mümkün değildir. Bu tür bir hüküm geçersiz sayılır (Yargıtay 18. Hukuk Dairesi, 2004/8944).

3. Uygulamada Karşılaşılan Uyuşmazlıklar ve Dava Süreçleri

Husumet (Taraf Sıfatı): Uygulamadaki en yaygın hatalardan biri, davaların yanlış kişilere açılmasıdır. Yönetim planı tüm kat maliklerini bağladığından, iptali de tüm kat maliklerinin hukukunu ilgilendirir. Bu nedenle Yargıtay, istikrarlı bir şekilde davaların tüm kat maliklerine yöneltilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. yönetim planı değişikliğinin iptali davalarında, kurulacak hüküm tüm kat maliklerinin hukukunu ilgilendirdiğinden pasif husumetin tüm kat maliklerine yöneltilmesi zorunludur.” (Yargıtay 5. Hukuk Dairesi, 2021/9801) Davanın sadece yöneticiye veya Tapu Müdürlüğüne karşı açılması, davanın husumet yokluğundan reddedilmesine neden olmaktadır. (Yargıtay 5. Hukuk Dairesi, 2022/11908)

Görevli Mahkeme: KMK’nın Ek-1 maddesi uyarınca, bu kanunun uygulanmasından doğan her türlü anlaşmazlığın çözüm yeri Sulh Hukuk Mahkemeleridir. Bu kural, yönetim planı değişikliğinin iptali davaları için de geçerlidir. (Yargıtay 5. Hukuk Dairesi, 2021/1391)

Geçersiz Değişikliklerin Hukuki Niteliği: Gerekli 4/5 çoğunluk sağlanmadan yapılan bir değişiklik, “mutlak butlanla hükümsüz” sayıldığı için bu kararın iptali için açılan davalarda KMK m. 33’te belirtilen hak düşürücü süreler uygulanmaz. Yargıtay, bu durumu, yönetim planındaki yakıt gideri paylaşımına ilişkin bir maddenin usulsüz değiştirilmesi olayında net bir şekilde ifade etmiştir. (Yargıtay 18. Hukuk Dairesi, 2015/7135)

Devam Eden Davalara Etkisi: Usulüne uygun yapılan ve tapuya tescil edilen bir yönetim planı değişikliği, henüz kesinleşmemiş olan davaları dahi etkiler. Yargıtay, dava devam ederken yapılan ve meskenlerde muayenehane açılmasını zorlaştıran bir yönetim planı değişikliğinin, görülmekte olan davada uygulanması gerektiğine hükmetmiştir. (Yargıtay 18. Hukuk Dairesi, 2009/435)

Sonuç

Uygulamada yaşanan sorunlar, genellikle bu temel usul ve şartlara uyulmamasından kaynaklanmaktadır. Nitelikli çoğunluğun sağlanmaması, kararların kurulda tartışılmadan alınması, tapuya tescil edilmemesi ve açılan davalarda taraf teşkilinin yanlış kurulması gibi hatalar, uzun ve maliyetli hukuki süreçlere yol açmaktadır. Bu nedenle, yönetim planında bir değişiklik yapılmak istendiğinde, KMK’da belirtilen usul ve esaslara titizlikle uyulması, uyuşmazlık halinde ise hukuki sürecin doğru adımlarla yürütülmesi büyük önem arz etmektedir.

Yönetim planını değiştirmek için ana kural, KMK Madde 28 uyarınca “bütün kat maliklerinin beşte dördünün (4/5) oyunun alınmasıdır. Bu nitelikli çoğunluk sağlanmadan yapılan değişiklikler hukuken geçersiz sayılmaktadır.

Hâkim, kat maliklerinin iradesi yerine geçerek yönetim planında değişiklik yapamaz. Mahkemenin müdahalesi, ancak yönetim planındaki bir hükmün kanunun emredici (buyurucu) kurallarına açıkça aykırı olması halinde mümkündür.

Değişikliğin geçerli olabilmesi için sadece 4/5 oy çokluğu yeterli değildir. Kararın, kat malikleri kurulu toplantısında usulüne uygun şekilde görüşülüp tartışılması ve alınan kararın tapu kütüğünün “Beyanlar” hanesine şerh edilmesi gerekmektedir. Bu tür davalar, yöneticilik veya Tapu Müdürlüğü gibi kurumlara değil, hakları doğrudan etkilenecek olan tüm kat maliklerine karşı açılmalıdır.

Kanunda aranan 4/5 çoğunluk sağlanmadan alınan yönetim planı değişikliği kararları “mutlak butlanla hükümsüz” sayılır. Bu nedenle, bu tür kararların iptali için açılacak davalar herhangi bir hak düşürücü süreye tabi değildir.

Neden Uzman Tuzla Avukat Desteği Gereklidir?

Tuzla, Pendik, Kartal, Maltepe, Ümraniye, Gebze, Orhanlı avukat, Aydınlı avukat ve Tepeören avukat gibi yerleşim bölgelerinde site yönetim planlarının usule aykırı şekilde değiştirilmesi sıkça yaşanan bir sorundur. Bu süreçte; Kat malikleri lehine veya aleyhine hak ihlalleri, Usulsüz tapu işlemleri, Yargıtay içtihatlarına aykırı kararlar, Davaların yanlış kişilere yöneltilmesi gibi birçok teknik sorun ortaya çıkmaktadır.

Bu nedenle bir Tuzla avukatının desteğiyle, hem yönetim planı değişiklik süreci usulüne uygun yönetilir hem de hak kaybına uğramadan dava süreci yürütülür. Uzman bir gayrimenkul avukatı, hem dava açılmadan önce süreci denetler hem de dava esnasında mahkemeye güçlü ve Yargıtay kararlarıyla desteklenen hukuki argümanlar sunar. Hukuki hata nedeniyle geçersiz bir değişiklik, uzun sürecek davalara ve yüksek maliyetlere neden olabilir. Bu sebeple, uzman avukat danışmanlığı yönetim planı gibi hassas belgelerde vazgeçilmezdir. Ayrıca bir makale önerisi.

Read More

Anlaşmalı Boşanma Protokolü Hazırlarken Dikkat Edilmesi Gereken Hususlar Nelerdir? – Tuzla Avukat Rehberi

Anlaşmalı boşanma protokolü hazırlarken dikkat edilmesi gereken en önemli unsurları ve bu protokollerde mal paylaşımı, nafaka ödenmesi ile çocukların velayeti konularında sıklıkla karşılaşılan sorunlar, Yargıtay kararları ışığında incelemektedir. Anlaşmalı boşanma, evlilik birliğini sonlandırmak isteyen eşlerin, boşanmanın tüm sonuçları üzerinde mutabakata vararak mahkemeye başvurmaları esasına dayanır. Ancak bu sürecin sorunsuz ilerlemesi ve gelecekte yeni hukuki ihtilaflara yol açmaması için protokolün titizlikle hazırlanması büyük önem taşımaktadır.

1. Anlaşmalı Boşanma Protokolün Kapsamı ve Açıklığı

 Protokol, boşanmanın mali sonuçları (mal paylaşımı, maddi-manevi tazminat, yoksulluk nafakası) ve çocukların durumu (velayet, kişisel ilişki, iştirak nafakası) gibi tüm fer’i konularda tarafların tam ve açık anlaşmasını içermelidir. Ayrıca, mal rejiminin tasfiyesi kapsamında yahut bundan bağımsız olarak bir kısım gayrimenkulün yahut sicile kayıtlı olan menkullerin tescili, menkullerin teslimi, bir miktar paranın ödenmesi, hisse devri ve bunun gibi bir çok hususu anlaşma boşanma protokolüne derc edebilirler.

Protokolde yer alan “herhangi bir mal paylaşımı ile ilgili bir isteğim yoktur” (Yargıtay 8. Hukuk Dairesi-2013/827-2013/12674) veya “Evlilik birliğinde edinmiş olduğumuz eşyaları rızaen paylaştık, sonradan her iki taraf da bir talepte bulunmayacaktır” (Yargıtay 8. Hukuk Dairesi-2013/9389-2014/4769) gibi genel ifadeler, mal rejiminin tasfiyesini kapsamayabilir ve sonradan dava konusu olabilir. Yargıtay 8. Hukuk Dairesi (2013/827-2013/12674) bu konuda, “düzenlemenin mal rejiminin tasfiyesine ilişkin olduğunun duraksamaya yer vermeyecek şekilde tek tek ve ismen sayılmak suretiyle açıkça belirlemiş olmaları gerekir” vurgusunu yapar.

Protokol Hükümlerinin Karara Eksik Yansıtılması: Mahkemenin, protokolde anlaşılan tüm hususları kararın hüküm fıkrasına açıkça ve eksiksiz geçirmesi zorunludur. Aksi takdirde “infazda tereddüt” yaşanabilir. Yargıtay 2. Hukuk Dairesi (2012/25949-2013/11249) “protokole atıf yapılmakla yetinilmemesi, anlaşılan bütün hususlara ayrıca kararın hüküm fıkrasında da yer verilmesi gerekir” demektedir. Benzer şekilde, Yargıtay 2. Hukuk Dairesi (2023/28-2023/3252) “protokolde taraflarca kararlaştırılan iştirak nafakasının hükümde açıkça yazılmaması… kararın icrasında tereddüt uyandırmaktadır” tespitinde bulunmuştur. Protokol maddelerinin eksik veya değiştirilerek hükme geçirilmesi (Yargıtay 2. Hukuk Dairesi-2024/2311-2024/2340) de ciddi sorunlara yol açar.

2. Anlaşmalı Boşanmada Tarafların İradesi ve Hakimin Rolü:

Tarafların protokolü özgür iradeleriyle imzalamış olmaları ve hakimin bu iradelerin serbestçe açıklandığına kanaat getirerek protokolü uygun bulması şarttır. Yargıtay 8. Hukuk Dairesi (2013/827-2013/12674) “Hakimin tarafları bizzat dinleyerek iradelerinin serbestçe açıklandığına kanaat getirmesi ve boşanmanın mali sonuçları ile çocukların durumu hususunda taraflarca kabul edilecek protokolü uygun bulması şarttır” ilkesini hatırlatır. Tarafların duruşmada bizzat beyanlarının alınması bu sebeple önemlidir (Yargıtay 2. Hukuk Dairesi-2024/5860-2024/8178).

İradeden Dönme: Anlaşmalı boşanma kararı kesinleşinceye kadar taraflar irade beyanlarından dönebilirler. Bu durumda dava çekişmeli boşanmaya dönüşür (Yargıtay 2. Hukuk Dairesi-2024/2108-2024/1835, Yargıtay 2. Hukuk Dairesi-2023/4736-2024/3599). Yargıtay 2. Hukuk Dairesi (2024/1117-2024/8212) “Anlaşmalı boşanma yönünden oluşan karar kesinleşinceye kadar eşlerin kabul edilen düzenlemeleri kapsayan irade beyanından dönmesini engelleyici bir hüküm bulunmamaktadır” der.

Zorla İmzalatma İddiaları: Protokolün zorla imzalatıldığı iddiası, anlaşmalı boşanmanın geçersizliğine yol açabilir (Yargıtay 2. Hukuk Dairesi-2006/16394-2007/5066).

Hakimin Taleple Bağlılığı ve İstisnaları: Hakim, tarafların talep sonuçlarıyla bağlıdır (HMK md. 26/1). Ancak iştirak nafakası gibi kamu düzenine ilişkin konularda veya çocuğun üstün yararı gerektirdiğinde resen hareket edebilir veya düzenlemede değişiklik yapabilir (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu-2017/1894-2019/918). Ancak bu, “talep olmadığı halde yılda bir kereye mahsus olmak üzere müşterek çocuk için ayrıca 6000 TL’ye hükmedilmesi” gibi talep dışı kalemlere hükmedileceği anlamına gelmez.

3. Mal Paylaşımı (Mal Rejiminin Tasfiyesi):

 Mal rejiminin tasfiyesine ilişkin anlaşmaların protokolde açıkça yer alması, hangi malların kime kalacağının belirtilmesi önemlidir. Yargıtay 8. Hukuk Dairesi (2012/4834-2012/5060) boşanma protokolündeki genel beyanların “mal rejimini kapsamamaktadır” diyerek bu ayrımı vurgular.

Mal Rejiminin Kapsanmaması: Protokolde mal rejiminin tasfiyesine ilişkin açık bir düzenleme yoksa, boşanmanın fer’ilerine (nafaka, tazminat) ilişkin genel feragat beyanları mal rejiminden kaynaklanan alacakları (katılma alacağı, katkı payı vb.) kapsamaz ve bu konuda ayrıca dava açılabilir (Yargıtay 8. Hukuk Dairesi-2012/4834-2012/5060, Yargıtay 8. Hukuk Dairesi-2014/12747-2015/1086).

Doğmayan Haktan Feragat Olmaz” İlkesi: Özellikle mal rejiminden kaynaklanan alacaklar boşanma kararı kesinleşmeden tam olarak doğmadığından, bu haklardan peşinen yapılan genel feragatlerin geçerliliği tartışmalıdır. Yargıtay 8. Hukuk Dairesi (2014/5316-2014/11905) “boşanma davasında, tazminat ve nafaka talebinden vazgeçildiğine ilişkin beyan, hakkın doğumundan önce feragat mümkün olmadığından geçerli değildir” şeklinde önemli bir tespitte bulunur.

İyi Niyet ve Sözleşmeye Bağlılık: Tarafların protokolde mal paylaşımına ilişkin açık beyanlarda bulunup sonradan dava açmaları iyi niyet kurallarına aykırı bulunabilir. Yargıtay 2. Hukuk Dairesi (2022/9961-2023/1778) davacının “bilerek ve isteyerek protokolle karşı tarafa bir takım maddî olanaklar sağlayan” bir kişi olarak, boşanma sonrası bu olanakları geri istemesinin kabul edilemez olduğunu vurgulamıştır.

Kişisel Mallar ve Edinilmiş Mallar Ayrımı: Protokolde paylaşımı kararlaştırılan malların niteliği (kişisel mal/edinilmiş mal) önemlidir. Davalının kişisel malı niteliğindeki bir pay üzerinde diğer eşin alacak hakkı bulunmayabilir (Yargıtay 8. Hukuk Dairesi-2014/16757-2015/4903).

4. Nafaka (Yoksulluk ve İştirak):

Nafaka miktarı, artış oranı ve süresi protokolde net bir şekilde belirtilmelidir. Yargıtay 2. Hukuk Dairesi (2024/1343-2024/8709) kararında “… iştirak nafakasına, nafakaların gelecek yıllarda memur maaş zam oranında artırılmasına” şeklinde bir düzenlemeden bahsedilmektedir

Miktarın Belirsizliği veya Eksikliği: Protokolde nafaka konusunda hüküm bulunmaması veya miktarın hükme geçirilmemesi sorun yaratır.

Artış Şartlarının Uygulanabilirliği: Artış oranlarının net olmaması gelecekte ihtilafa neden olabilir.

Mali Durumun Değişmesi: Protokolle belirlenen nafaka kesinleşse dahi, TMK m. 176/4 uyarınca “Tarafların mali durumlarının değişmesi veya hakkaniyetin gerektirdiği hallerde iradın arttırılması veya azaltılmasına karar verilebilir.” (Yargıtay 3. Hukuk Dairesi-2015/19705-2016/2083).

5. Çocukların Velayeti ve Kişisel İlişki:

Çocuğun üstün yararı gözetilerek velayetin kime verileceği ve diğer ebeveynle kişisel ilişkinin nasıl kurulacağı ayrıntılı olarak düzenlenmelidir. Tarafların anlaştığı velayet düzenlemesi çocuğun menfaatine aykırı ise hakim müdahale edebilir. Kişisel ilişkinin günleri, saatleri, özel günler gibi detayların belirsiz olması uygulamada sorun yaratır. Yargıtay 2. Hukuk Dairesi (2009/17648-2010/19842) kararında “velayeti anneye verilen çocukla baba arasındaki kişisel ilişkinin protokole uygun düzenlenmemesi” bir eksiklik olarak belirtilmiştir.

Sonuç

Anlaşmalı boşanma protokolleri, evlilik birliğini sonlandırmanın en barışçıl ve hızlı yollarından biri olmasına rağmen, içeriğinin titizlikle hazırlanmaması durumunda yeni ve karmaşık hukuki sorunlara yol açabilmektedir. Bu nedenle, protokol hazırlanırken:

Açıklık ve Kesinlik: Tüm mali sonuçlar (mal paylaşımı, nafakalar, tazminatlar) ve çocuklarla ilgili düzenlemeler (velayet, kişisel ilişki) hiçbir yoruma veya belirsizliğe yer vermeyecek şekilde açık ve ayrıntılı olarak belirtilmelidir.

Mal Rejiminin Tasfiyesi: Mal paylaşımına ilişkin hususlar, hangi malların kime ait olacağı, mal rejiminden kaynaklanan alacaklardan (katılma alacağı, katkı payı, değer artış payı) feragat ediliyorsa bunun açıkça yazılması kritik öneme sahiptir. Yargıtay 8. Hukuk Dairesi’nin (2013/827-2013/12674) vurguladığı gibi, malların “tek tek ve ismen sayılmak suretiyle açıkça” belirlenmesi idealdir.

Özgür İrade ve Bilgilendirme: Tarafların protokolün tüm maddelerini anladıklarından ve özgür iradeleriyle kabul ettiklerinden emin olunmalıdır.

Hukuki Destek: Protokolün hazırlanması aşamasında uzman bir hukukçudan destek almak, olası hak kayıplarının ve gelecekteki ihtilafların önlenmesi açısından büyük fayda sağlayacaktır. Bu unsurlara dikkat edilmesi, anlaşmalı boşanma sürecinin amacına uygun olarak, tarafların haklarını koruyarak ve adil bir şekilde sonuçlanmasını temin edecektir. Diğer makalelerimiz

Neden Uzman Avukat Görüşü Gerekli? | Tuzla Avukat

Anlaşmalı boşanma süreci basit gibi görünse de, protokolde yapılacak küçük bir eksiklik bile ileride mal paylaşımı, nafaka veya çocukların velayeti gibi konularda dava açılmasına yol açabilir. Özellikle Tuzla, Pendik, Kartal gibi yoğun nüfuslu ve artan boşanma oranlarına sahip ilçelerde, yerel mahkemelerin uygulamaları ve Yargıtay kararları konusunda bilgi sahibi olmak büyük avantaj sağlar.

✅ Mal rejiminin doğru biçimde protokole aktarılması,
✅ Nafaka artışları ve süresi gibi detayların net yazılması,
✅ Velayet ve kişisel ilişki düzenlemelerinin çocuğun menfaatine uygun planlanması gibi konularda,
Tuzla’da boşanma hukuku alanında uzman bir avukatla çalışmak, hem hak kayıplarını önler hem de protokolün mahkeme tarafından kabul edilme şansını artırır. Uzman avukat desteğiyle hazırlanan bir protokol, sizi yıllar sürecek ihtilaflardan korur ve sürecin kısa sürede, huzurla tamamlanmasını sağlar. Bu konuda yazı önerisi

Read More

Mahkeme harcına ilişkin adli yardım talebinin, yalnızca avukatla temsil gerekçesiyle reddedilmesi, mahkemeye başvuru hakkını ihlal eder. -Bireysel Başvuru

Mahkeme harcına ilişkin adli yardım talebinin yalnızca kişinin avukatla temsil edildiği gerekçesiyle reddedilmesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin güvence altına aldığı mahkemeye erişim hakkının ihlali anlamına gelir. Bu tür bir değerlendirme, adil yargılanma hakkının özünü zedelemekte ve kişilerin ekonomik durumları araştırılmadan yapılmaktadır.

Adli yardım taleplerinin, başvurucunun bir avukatla temsil edilmesi nedeniyle reddedilmesi, genellikle şu varsayıma dayanmaktadır: “Avukatı olan bir kişi mali durumu elverişli kişidir.” Ancak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) bu varsayımı hukuki olarak geçerli görmemekte, yalnızca avukatla temsil edilmenin başvurucunun ödeme gücüne karine oluşturamayacağını açıkça belirtmektedir. Bu bağlamda, AİHM içtihatlarına göre, kişilerin mali durumu değerlendirilmeden yapılan her red kararı, mahkemeye erişim hakkını ihlal eder.

Gerçek yaşamda, bir kişi tanıdığı bir avukattan hatır için yardım alabilir, akrabalık nedeniyle ücret ödemeden vekalet verebilir ya da avukatlık ücretinin davanın sonucuna göre ve yalnızca davanın sonunda ödenmesini kararlaştırmış olabilir. Bu gibi durumlarda kişinin avukatla temsil ediliyor olması, mali olanaklara sahip olduğu anlamına gelmez. Dolayısıyla mahkemelerin, sırf vekil aracılığıyla başvuru yapıldığı gerekçesiyle adli yardım talebini reddetmesi, kişi hak ve özgürlüklerine aykırı düşmektedir.

Bu husus, AİHM’in Mehmet ve Suna Yiğit/Türkiye (2007), Kaba/Türkiye (2011) ve Bakan/Türkiye (2007) kararlarında açıkça vurgulanmıştır. İlgili davalarda, mahkemeye erişim hakkı, sadece avukatla temsil gerekçesiyle adli yardımın reddedilmesi nedeniyle ihlal edilmiş kabul edilmiştir.

Bireysel Başvurularda Neden Uzman Avukat Desteği Gerekli?

Bireysel başvuru, Anayasa Mahkemesi ya da AİHM nezdinde hak arama sürecinin en hassas aşamalarından biridir. Bu süreçte;

  • Başvurunun kabul edilebilirliğine ilişkin teknik kriterler,
  • Önceki içtihatlarla uyumlu bir hukuki argümantasyon,
  • Delil ve olayların etkin sunumu

gibi konular uzmanlık gerektiren hassas başlıklardır. Eksik veya hatalı yapılan başvurular, şekli nedenlerle reddedilme riski taşır ve kişinin hak arama süreci ciddi şekilde zarar görür.

Özellikle adli yardım, makul süre, ifade özgürlüğü, mülkiyet hakkı ve adil yargılanma hakkı gibi karmaşık hukuki alanlarda, uzman bir avukatın yönlendirmesi olmadan yapılan bireysel başvurular genellikle başarısızlıkla sonuçlanmaktadır. Çünkü AİHM ve Anayasa Mahkemesi, yalnızca mağduriyet değil, hukuki değerlendirme ve dayanakların açıkça ortaya konulmasını da şart koşar. Bu nedenle, bireysel başvuruların hukuki gerekçelerle desteklenmesi, delillerin etkili sunulması ve önceki içtihatlarla uyumlu bir şekilde hazırlanması için alanında uzman bir avukatın desteği vazgeçilmezdir.

Read More

Kiracının, kat malikleri kurulunun yüksek aidata ilişkin kararını iptali için dava açma hakkı var mıdır?

Giriş

Bu çalışma, kat maliki olmamasına rağmen bir anagayrimenkulün bağımsız bölümünü kiracı sıfatıyla kullanan bir kişinin, ortak giderlere aidat ilişkin kat malikleri kurulu (KMK) kararlarının iptali istemiyle sulh hukuk mahkemesinde dava açıp açamayacağı sorusunu, sunulan Yargıtay kararları ışığında incelemektedir. 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanunu (KMK) uyarınca, KMK kararlarının iptali davası açma hakkı kural olarak kat maliklerine aittir. Ancak, bu kararlardan doğrudan etkilenen ve aidat gibi borçları ödemekle yükümlü olan kiracıların hukuki durumu, Yargıtay içtihatlarında özel bir değerlendirmeye tabi tutulmuştur. Bu çalışma, Yargıtay’ın konuya ilişkin yaklaşımını, bu hakkın varlığını ve sınırlarını ortaya koymayı amaçlamaktadır.

İncelenen Yargıtay kararları bütüncül olarak değerlendirildiğinde, Yargıtay uygulamasında, kiracının kat malikleri kurulu toplantısında oy hakkı bulunmasa da, aidat gibi kendisini doğrudan borç altına sokan ve hukuki menfaatini etkileyen KMK kararlarının iptali için dava açabileceği yönünde yerleşik bir içtihat oluştuğu görülmektedir. Bu hak, mutlak ve sınırsız olmayıp, davanın açılabilmesi için temel iki koşul öne çıkmaktadır:

a)Kiracıya dava açma hakkının tanınması ve gerekçesi

Yargıtay 20. Hukuk Dairesi’nin kararları, kiracının dava açma hakkını en net şekilde ortaya koyan içtihatları içermektedir. Bu hakkın temel dayanağı, kiracının karardan doğrudan etkilenmesi ve “hukuki yarar” ilkesidir. Yargıtay 20. Hukuk Dairesi (2017/2245 E., 2018/1086 K.) bu durumu şu şekilde gerekçelendirmiştir: “…kiracı ve kullanan sıfatıyla ortak giderlere ve aidat yükümlülüğüne ilişkin alınan kararların davacının hukukunu ilgilendirmesi ve davacıya kira miktarı bakımından yükümlülük doğurması nedeniyle davacının dava açmakta hukuki yararının bulunmasıyla gerekçelendirilmiştir.” Bu karar, yerel mahkemenin “davacı kat maliki değildir” gerekçesiyle davayı reddetmesini bozarak, kiracının dava ehliyetini açıkça tanımıştır. Benzer şekilde, Yargıtay 20. Hukuk Dairesi’nin (2019/3269 E., 2019/6235 K.) kararı, bu hakkın sadece kiracılarla sınırlı olmadığını, sükna (oturma) hakkı gibi başka bir sebebe dayanarak bağımsız bölümden sürekli yararlanan kişileri de kapsadığını belirtmektedir.

b) Dava hakkının sınırları ve koşulları

Kiracının dava açma hakkı tanınmakla birlikte, bu hak sınırsız değildir. Yargıtay, bu hakkın kullanılabilmesi için kararın kiracıyı “doğrudan” ve “özel bir çıkar” yönünden etkilemesi gerektiğini vurgulamaktadır.

Yargıtay 18. Hukuk Dairesi (2009/437 E., 2009/6152 K.) kararında bu sınır net bir şekilde çizilmiştir: “ana yapıdaki bağımsız bölümlerden kira sözleşmesi veya bir başka hukuki nedene dayalı olarak devamlı surette yararlananların bu tür davalarda aktif dava ehliyetleri ancak ilgili kurul kararının doğrudan kendilerini ilgilendirmesi halinde bulunmaktadır.”

Yine Yargıtay 20. Hukuk Dairesi (2019/3269 E., 2019/6235 K.) kararında bu durum şöyle ifade edilmiştir: “Bu kişilerin kat malikleri kuruluna karşı dava açmak için alınan kararın özel bir çıkar ile ilgili olması, hak ve yararlarını doğrudan zedeleyici nitelikte bulunması gerekir.” Bu kararlar, kiracının apartmanın genel yönetimiyle ilgili her karara değil, sadece aidat, ortak alan kullanımı gibi kendi hukuki ve mali durumunu etkileyen spesifik kararlara karşı dava açabileceğini göstermektedir.

c)Davanın esasına ilişkin inceleme zorunluluğu

Yargıtay, kiracının dava açma ehliyetinin varlığını kabul ettikten sonra, mahkemelerin davayı ehliyet yokluğundan reddetmek yerine, işin esasına girerek inceleme yapması gerektiğini belirtmektedir. Bu incelemede, aidatın yasal dayanakları, yönetim planı ve KMK hükümleri çerçevesinde bir değerlendirme yapılması gerektiği vurgulanmıştır.

Yargıtay 20. Hukuk Dairesi’nin (2017/2405 E., 2018/2562 K.) kararında, mahkemenin “…borcun dayanağının aidat borcu olup olmadığı, ortak yerlere ilişkin bakım onarım veya tadilat masraflarını kapsayıp kapsamadığı, söz konusu masrafların bağımsız bölüme yönelik kalıcı masraflardan mı yoksa yalnızca aidat bedellerine mi ilişkin olduğu araştırılıp sonucuna göre hüküm kurulmamış olmasını” bozma nedeni sayması, bu duruma iyi bir örnektir.

Sonuç

Sunulan Yargıtay kararlarının analizi neticesinde, Yargıtay’ın modern hukuk anlayışı ve “hukuki yarar” ilkesi çerçevesinde, kiracıların kendilerini borç altına sokan kat malikleri kurulu kararlarına karşı dava açma hakkını tanıdığı sonucuna varılmıştır. Özetle kiracı, aidat borcunu belirleyen veya artıran KMK kararlarına karşı, bu kararların hukuka aykırı olduğu iddiasıyla iptal davası açabilir. Bu hakkın kullanılabilmesi için, kararın kiracının mali ve hukuki durumunu doğrudan ve olumsuz etkilemesi şarttır. Kiracının dava hakkı, kat malikinin genel dava hakkından daha dardır ve yalnızca kendi menfaatlerini ilgilendiren kararlarla sınırlıdır. Bir makale önerisi.

Mahkemeler, bu tür davalarda kiracının ehliyetini kabul ederek, davanın esasına girmeli ve KMK kararlarının hukuka, yönetim planına ve kanunun emredici hükümlerine uygunluğunu denetlemelidir. Bu doğrultuda, başlıkte belirtilen “Anagayrimenkulün bağımsız bir bölümünden kira ilişkisi sebebiyle yararlanan kimsenin… aidat borcuna ilişkin kat maliklerince alınan bir karar için sulh hukuk mahkemesinde iptal davası açmasına Yargıtay uygulamasında yer verilmiştir” ifadesi, incelenen içtihatlar tarafından doğrulanmaktadır.

Neden Uzman Tuzla Avukat Desteği Gerekli?

Tuzla, Pendik, Kartal, Maltepe, Gebze, Orhanlı, Aydınllı, Çayırova ve Tepeören gibi konut yoğunluklu bölgelerde kiracılar ile site yönetimleri arasında aidat uyuşmazlıkları sıkça yaşanmaktadır. Bu uyuşmazlıkların hukuki sürece taşınması halinde, kiracıların hak kaybına uğramamaları ve dava açma haklarını etkin şekilde kullanabilmeleri için kat mülkiyeti hukuku konusunda uzman bir Tuzla avukatından profesyonel destek almaları büyük önem taşır.

Uzman avukat desteği, şu açılardan gereklidir: Aidat kararının hukuki dayanağının değerlendirilmesi, Kiracının dava açma ehliyetinin doğru şekilde kurulması, Davaya konu olan aidat kalemlerinin teknik yönden analiz edilmesi, Gerekirse yönetim planının yorumu ve içtihatlarla desteklenmesi, Yüksek aidat nedeniyle açılacak iptal davalarının usule uygun yürütülmesi.

Yanlış yürütülen bir dava, ehliyet yönünden reddedilebilir ya da davanın esasına girilmeden sonuçlanabilir. Bu da hem kiracı açısından mağduriyet yaratır hem de yargılama giderleri açısından ek mali yük doğurur.

Bu nedenle özellikle İstanbul Tuzla ve çevresindeki konut bölgelerinde aidatla ilgili ihtilaflar yaşanması durumunda, sorunun çözümü için alanında tecrübeli bir avukata başvurulması, hem hukuki sürecin sağlıklı ilerlemesini hem de hakların tam korunmasını sağlar.

Read More

Bir hukuk veya ceza davasının karmaşıklığının kabulü, yargılama makamlarının o davadaki özensiz ve ihmali tutumlarından kaynaklı yargılamanın uzamasına meşruluk kazandırmaz.

Adil yargılanma hakkı, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesi kapsamında korunan temel bir haktır. Bu hakkın ayrılmaz bir parçası ise “makul sürede yargılanma” ilkesidir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), bu ilkeyi ihlal eden durumlarda devletleri sorumlu tutmakta ve önemli içtihatlar geliştirmektedir.

AİHM’in yerleşik içtihadına göre, bir davanın karmaşık olması, yargılamanın aşırı şekilde uzamasını otomatik olarak haklı çıkarmaz. Mahkeme, davanın teknik veya hukuki olarak zorlayıcı olmasını dikkate almakla birlikte, yargı makamlarının özensiz, yetersiz ve ihmalkâr tutumları nedeniyle yaşanan gecikmeleri kabul etmemektedir. Yani karmaşıklığı tek başına gerekçe olarak kabul etmemektedir.

Örneğin AİHM, “Adiletta ve Diğerleri/İtalya (1991)”, “Akdemir ve Evin/Türkiye (2015)”, “Süleyman Ege/Türkiye (2013)”, “Kudra/Hırvatistan (2012)” ve “Oyal/Türkiye (2010)” kararlarında, davanın karmaşıklığı gerekçesinin makul sürenin aşılmasını açıklamakta yetersiz kaldığını açıkça belirtmiştir.

Yargılama makamları, karmaşık olduğunu kabul ettikleri bir davada bile dosyanın uzun süre işlem görmeden beklemesine neden oluyorsa, bu durum yargı organlarının özensizliği olarak değerlendirilir. Yani, sadece dava karmaşık diye aylarca veya yıllarca işlem yapılmaması, makul süre ilkesinin açık ihlali anlamına gelir.

AİHM’e göre, yargılama süresindeki gecikmelerin açıklanabilmesi için; Dava karmaşıklığı ile yargı sürecindeki gecikme arasında gerçek bir bağ bulunmalı, Mahkemelerin süreci etkin ve dikkatli şekilde yönetmiş olması gerekir.Bu unsurlar yoksa, karmaşıklık savunması geçersizdir ve başvurucunun adil yargılanma hakkı ihlal edilmiş sayılır.


Bireysel Başvurularda Neden Uzman Avukat Desteği Gerekli?

Yargılamanın makul sürede sonuçlanmaması, bireysel başvuruya konu edilebilecek önemli ihlallerden biridir. Ancak bu ihlalin Anayasa Mahkemesi veya AİHM önünde kabul edilebilmesi için: Somut verilerle desteklenmiş bir zaman çizelgesi, Gecikmenin dava karmaşıklığıyla açıklanamayacağını ortaya koyan hukuki analiz, Yargı mercilerinin ihmalini gösteren belgeler gibi teknik detaylar hukuki uzmanlık gerektirir.

Uzman bir avukat; Süreci baştan sona analiz eder, AİHM ve AYM içtihatlarına uygun dilekçeler hazırlar, Hak ihlalini etkili biçimde ortaya koyar. Aksi halde, haklı olduğunuz bir durumda bile başvurunuz “yetersiz delil” veya “şekli eksiklik” nedeniyle reddedilebilir. Bu da telafisi imkânsız bir hak kaybına neden olabilir. Bu nedenle, makul sürede yargılanma hakkı gibi teknik konularda bireysel başvuru yapmadan önce alanında uzman bir avukattan hukuki destek almak, başvurunun başarı şansını ciddi oranda artırır.

Read More

Kat Mülkiyetinde Mesken Nitelikli Taşınmazda İşyeri Açmak İçin Oybirliği Zorunlu mu?

Giriş

Bu çalışma, Kat Mülkiyeti Kanunu (KMK) kapsamındaki anagayrimenkullerde, tapu kütüğünde “mesken nitelikli taşınmaz” olarak kayıtlı bağımsız bölümlerde ticari faaliyet yürütülmesinin hukuki çerçevesini analiz etmek amacıyla hazırlanmıştır. Temel soru KMK’nin 24. maddesinde sayılan “sinema, tiyatro, kahvehane, gazino, pavyon, bar, kulüp, dans salonu ve emsali gibi eğlence ve toplantı yerleri ve fırın, lokanta, pastahane, süthane gibi gıda ve beslenme yerleri ve imalathane, boyahane, basımevi, dükkan, galeri ve çarşı gibi yerler”in açılabilmesi için kat malikleri kurulunun oybirliğiyle karar alması zorunluluğuna odaklanmaktadır. Çalışma, sunulan Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ve Bölge Adliye Mahkemesi kararları ışığında konunun temel prensiplerini, önemli ayrımlarını, istisnalarını ve uygulamadaki yansımalarını ortaya koymaktadır.

1. Temel Kural: Kat Maliklerinin Oybirliği Şartı ve Anayasal Dayanağı

Tüm yargı kararlarının ortak referans noktası, 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanunu’nun 24. maddesinin ikinci fıkrasıdır. Bu hükme göre, kütükte mesken olarak gösterilen bir bağımsız bölümde, kanunda açıkça sayılan veya bunlara benzer nitelikteki işyerlerinin açılması, istisnasız bir şekilde kat malikleri kurulunun oybirliği ile vereceği karara bağlıdır.

Anayasa Mahkemesi, 17/7/2014 tarihli kararında bu kuralın anayasal temelini açıklamıştır. Mahkemeye göre bu düzenleme, mülkiyet hakkına bir sınırlama getirse de, bu sınırlama meşrudur. Gerekçesi ise, mesken olarak kullanılması öngörülen taşınmazlar hakkında burada meskûn vatandaşların özel ve aile yaşamlarını sürdürebilecekleri, dinlenebilecekleri ve çocukların yaşamına uygun bir ortam oluşturulmasına yönelik kamu yararı” olarak belirtilmiştir. Dolayısıyla, oybirliği kuralı, bireysel ticari menfaat ile toplumun (diğer kat maliklerinin) huzur ve sükununu koruma amacı arasında makul bir denge kurmaktadır.

2. Tapu Kütüğündeki Niteliğin Önceliği (Mesken-İşyeri Ayrımı)

Tapuda “Mesken” Kayıtlı İse: Oybirliği kuralı mutlak surette uygulanır. Bağımsız bölümün fiilen işyerine dönüştürülmüş olması, mimari projesinde dükkan olarak çizilmesi veya belediyeden yapı kullanma izninin dükkan olarak alınması, tapudaki “mesken” vasfını değiştirmez ve oybirliği şartını ortadan kaldırmaz (Danıştay 2. Daire, 2021/13956-2021/3593).

Tapuda “Dükkan” veya “İşyeri” Kayıtlı İse: KMK md. 24’teki oybirliği şartı aranmaz. Danıştay 4. Dairesi’nin 2023/7842-2023/6987 sayılı kararında açıkça belirtildiği üzere, “tapu kaydında ‘dükkan’ olarak görünen bir bağımsız bölümde pastane açılması için kat malikleri kurulundan oybirliği ile karar alınması zorunluluğu bulunmamaktadır.” Bu durumda, eğer yönetim planında aksine bir hüküm yoksa, umuma açık istirahat ve eğlence yeri gibi işletmeler için kat maliklerinin oy çokluğu ile alacağı karar yeterli olabilir (Danıştay 4. Daire, 2023/7858-2023/6369).

3. Yönetim Planının Bağlayıcılığı ve Sınırları

Yönetim planı, Yargıtay’ın da belirttiği gibi “bütün kat maliklerini bağlayan bir sözleşme niteliğinde”dir (Yargıtay 18. HD, 2003/7447-2003/8909). Yönetim planı, kanunun emredici hükümlerine aykırı olmamak kaydıyla, bağımsız bölümlerin kullanım şeklini düzenleyebilir.

Yönetim planı, kanundan daha kısıtlayıcı hükümler getirebilir. Örneğin, “bağımsız bölümlerin tapuda yazılı nitelikleri dışında kullanılamayacağı” şeklinde bir hüküm, her türlü işyeri kullanımını engelleyebilir (Yargıtay 18. HD, 2011/2633-2011/5549). Ancak yönetim planı, kanunun aradığı oybirliği şartını oy çokluğu gibi daha esnek bir koşula indirgeyemez. Yargıtay 18. Hukuk Dairesi’nin 2015/23219-2016/4071 sayılı kararında belirttiği gibi, 4/5 çoğunluk ile yönetim planında yapılacak değişikliğin yasanın oybirliği aradığı hususları bertaraf edici nitelikte olamayacağı” ve böyle bir değişikliğin “yok hükmünde” olduğu kabul edilmiştir.

4. Kuralın İstisnaları ve Yoruma Açık Alanlar

Genel kural katı olmakla birlikte, yargı kararları bazı istisnaların ve yoruma dayalı farklılıkların olduğunu göstermektedir.

Belirli Meslek Grupları: Yargıtay 20. Hukuk Dairesi’nin 2019/1283 sayılı kararına göre, 1136 sayılı Avukatlık Kanunu ve 3568 sayılı SMM ve YMM Kanunu uyarınca, “avukatlık büroları ve serbest muhasebeci mali müşavirlik veya yeminli mali müşavirlik faaliyetlerinde” bulunulması için kat maliklerinin izni aranmaz. Bu meslekler, kanunla getirilmiş özel bir istisnaya tabidir.

İşyerinin Niteliği ve “Emsali Yerler” Yorumu: Kanundaki listenin sonunda yer alan “gibi yerler” ifadesi, benzer nitelikteki işyerlerinin de bu kapsama dahil edileceğine işaret eder. Danıştay, bu ifadenin amacının “insanların evlerinin hemen yanında yoğun yaya ve araç trafiğine maruz bırakılarak rahatsız edilmelerinin önlenmesi” olduğunu vurgulamıştır (Danıştay 8. Daire, 2011/8063). Ancak her faaliyet bu kapsama girmez. Örneğin, Danıştay bir “pilates salonunu” bu listedeki yerlerden saymamış ve oybirliği şartı aramamıştır (Danıştay 4. Daire, 2023/7375-2024/1368)

Sonuç

Temel Prensip, kütükte “mesken” olarak kayıtlı bir bağımsız bölümde KMK md. 24’te sayılan veya bunlara benzer nitelikteki (eğlence, gıda, imalathane, dükkan vb.) bir işyerinin açılabilmesi için tüm kat maliklerinin oybirliğiyle alacağı karar mutlak bir zorunluluktur. Bu kural, kamu düzenine ilişkindir ve anayasal olarak meşru kabul edilmektedir.

Sonuç olarak, mesken nitelikli bir mülkte ticari bir faaliyet yürütmek isteyen kişilerin, faaliyete başlamadan önce tapu kaydını, yönetim planını ve KMK’nin amir hükümlerini dikkatle incelemesi ve tüm kat maliklerinin oybirliğiyle onayını alması, ileride doğabilecek hukuki uyuşmazlıkları ve yaptırımları (işyerinin kapatılması, eski hale getirme vb.) önlemek adına elzemdir. Bir makale önerisi.

Neden Uzman Tuzla Avukat Desteği Gerekli?

Özellikle Tuzla, Pendik, Maltepe, Kartal, Ümraniye ve İstanbul’daki yoğun konut bölgelerinde bu tür uyuşmazlıklar oldukça yaygındır. Kat mülkiyeti hukuku, hem özel hukuk hem de kamu düzeni boyutu taşıdığından, süreçlerin eksiksiz yürütülmesi için uzman avukat desteği gereklidir.

Uzman bir avukat; Tapu kayıtlarını ve yönetim planını analiz eder, Oybirliği gerekip gerekmediğini doğru şekilde belirler, Yargı içtihatlarına uygun hukuki görüş sunar, İşyeri açılış sürecinde ihtilafları önceden bertaraf eder, Açılmış davalarda müvekkilini etkili biçimde savunur. Unutulmamalıdır ki, hukuki hata nedeniyle yapılan bir yatırım, mülkün kapatılması, yüksek maddi kayıplar veya komşularla yıllar sürecek dava süreçlerine yol açabilir.

Read More

Çekin Keşideciye Geri Ciro Edilmesi ve Önceki Cirantaların Sorumluluğu – Yargıtay Kararları Işığında

Çekin keşideciye geri ciro edilmesi, kambiyo senetleri uygulamasında sık karşılaşılan ancak hukuki sonuçları açısından tartışmalı bir konudur. Bu durumda önceki cirantaların sorumluluğu devam eder mi? Yoksa keşidecinin yeniden ciro ettiği senette yeni bir sorumluluk silsilesi mi başlar? Bu yazıda, Yargıtay’ın farklı dairelerine ait kararlar ışığında bu soruya yanıt aranmakta ve iki temel yaklaşım açıklanmaktadır.

A. Yaygın Görüş: Keşideciye Geri Ciro Edilen Çekte Önceki Cirantaların Sorumluluğu Kalkar

Yaygın görüş : Önceki cirantaların sorumluluğu kalkar : Yaygın görüş sorumluluk kalkacağı yönündedir. Yargıtay uygulamasının büyük çoğunluğu çekin keşideciye geri ciro edilmesi ve keşideci tarafından yeniden tedavüle sokulması halinde, “ikinci tedavül” olarak adlandırılan bu işlemden önceki lehtar ve cirantaların sorumluluğunun ortadan kalktığı yönündedir. Bu görüş, özellikle Yargıtay 12. Hukuk Dairesi’nin yerleşik içtihatları tarafından şekillendirilmiş ve çok sayıda ilk derece ve bölge adliye mahkemesi tarafından benimsenmiştir.

Bu görüşün temel dayanağı, keşidecinin çeki geri almasıyla birlikte, sanki o çeki hiç düzenlememiş gibi ilk baştaki konumuna geri döndüğü varsayımıdır. Dolayısıyla, yeni bir tedavül süreci başlar ve sorumluluk zinciri bu yeni süreçte oluşur.

B. Karşı Görüş: Önceki Cirantaların Sorumluluğu Devam Eder

Karşı Görüş: Sorumluluk Devam Eder  : Azınlıkta olmakla birlikte, özellikle Yargıtay 11. ve 19. Hukuk Daireleri’nin kararlarında, çekin keşideciye geri ciro edilmesinin önceki cirantaların sorumluluğunu ortadan kaldırmadığı belirtilmektedir. Bu görüş, kambiyo senetlerinin temel prensibi olan “cirantaların müteselsil sorumluluğu” ve “imzaların bağımsızlığı” ilkelerine dayanır. Buna göre, bir cirantanın imzası senet üzerinde bulunduğu ve çizilmediği müddetçe, senedin meşru hamiline karşı sorumluluğu devam eder.

Sorumluluğun Kalktığı Görüşünün Hukuki Dayanakları

Bu görüşü savunan kararlar, neredeyse standartlaşmış bir gerekçeye dayanmaktadır. Yargıtay 12. Hukuk Dairesi’nin birçok kararında tekrarlandığı gibi:Çek, keşideci tarafından lehtar lehine düzenlenip, keşide edildikten sonra, lehtar tarafından tekrar keşideciye ciro edilmesi halinde, keşidecinin 6102 sayılı TTK’nun 788. maddesi koşullarında yeniden çeki tedavüle çıkararak ciro etmesi durumunda, ikinci tedavülden önceki lehtarın sorumluluğu kalmadığından, lehtar hakkında takip yapılamaz.” (Bkz. Yargıtay 12. HD – 2013/12196 E.; Yargıtay 12. HD – 2019/477 E.; Yargıtay 12. HD – 2020/1441 E. ve çok sayıda benzer karar).

Bu yaklaşımın temel mantığı şu şekilde özetlenebilir: Keşidecinin Baştaki Durumuna Dönmesi: Keşideci, çeki geri ciro yoluyla devraldığında, çeki hiç tedavüle çıkarmamış gibi kabul edilir. Keşideci “çeki keşide etmeden önceki durumuna dönmüştür”.

Alacaklı ve Borçlu Sıfatlarının Birleşmesi: Çekin borçlusu konumundaki keşideciye geri dönmesiyle, alacak ve borç ilişkisi sona erer. Lehdar çeki keşideciye ciro etmesiyle davacı (lehtar ve ilk ciranta) ile keşideci arasındaki alacak borç ilişkisi son bulmuştur.

Keşidecinin çeki yeniden tedavüle sokması, yeni bir sorumluluk zinciri başlatır. Bu durumda sorumluluk, sadece “keşideci ile takip alacaklısı hamil arasında” kalır (Bkz. Yargıtay 12. HD – 2020/4150 E.).

Sorumluluğun Devam Ettiği Görüşünün Hukuki Dayanakları

Bu görüşü benimseyen Yargıtay 11. ve 19. Hukuk Daireleri, kambiyo senetlerinin tedavül güvenliğini ve hamillerin haklarını korumayı önceler. Yargıtay 11. Hukuk Dairesi’nin bir kararında, ilk derece ve bölge adliye mahkemelerinin “sorumluluk kalkar” yönündeki kararını bozarken şu gerekçeyi sunmuştur: “keşidecinin yeniden ciro etmek suretiyle çeki tedavüle sürmesi sonucu hamil pozisyonuna gelen davalı …’ne karşı, çekte imzası bulunan keşideci-lehdar ve cirantaların müşterek müteselsil sorumlu oldukları” (Yargıtay 11. HD – 2020/6363 E.).

Bu yaklaşımın temel mantığı ise şöyledir: Müteselsil Sorumluluk İlkesi: Çekte imzası bulunan herkes (keşideci, lehtar, cirantalar), hamile karşı müteselsilen sorumludur. Hamil, dilediği borçluya veya hepsine birden başvurabilir. Yargıtay 19. Hukuk Dairesi’nin (2015/12521) belirttiği gibi, “Ciro silsilesi içinde yer alan kişiler hamile karşı müteselsil borçlu sıfatıyla mesul olup, hamil bunların sıraları ile bağlı olmaksızın her birine… müracaat edebilir.”

Geriye Cironun Sorumluluğu Kaldırmaması: TTK, çekin borçlu olanlardan birine (keşideci dahil) ciro edilmesini ve bu kişinin çeki yeniden ciro etmesini yasaklamamıştır. Ancak bu durum, önceki cirantaların sorumluluğunu kendiliğinden ortadan kaldırmaz.

İmzaların Bağımsızlığı: Lehtarın veya cirantanın cirosu çizilmediği sürece, senet üzerindeki imzası geçerliliğini korur ve bu imza, son hamile karşı bir taahhüt niteliğindedir.

Sonuç

Sunulan yargı kararları ışığında, çekin keşideciye geri ciro edilmesi durumunda önceki cirantaların sorumluluğunun kalkıp kalkmayacağı konusunda net ve birleşik bir içtihat bulunmamaktadır. Ancak şu sonuçlara varılabilir. Yaygın Uygulama Sorumluluğun Kalktığı Yönündedir: Özellikle Yargıtay 12. Hukuk Dairesi’nin istikrarlı kararları, çok sayıda alt derece mahkemesi tarafından benimsenmekte ve uygulamada bu görüşün daha yaygın olduğu gözlemlenmektedir. Bu görüşe göre, keşideciye dönen çekle birlikte eski sorumluluk zinciri kopar ve yeni bir süreç başlar.

Neden Tuzla ve Çevresinde Uzman Avukat Görüşü Gereklidir?

Çekin keşideciye geri ciro edilmesi gibi teknik ve ayrıntılı bir senet işlemi, ilk bakışta basit bir hukuki işlem gibi görünse de; eksik yorumlandığında veya yanlış uygulandığında ciddi riskler doğurabilir. Özellikle Tuzla, Pendik, Kartal, Maltepe, Gebze, Çayırova ve Tepeören gibi ticari hareketliliğin yüksek olduğu bölgelerde faaliyet gösteren şirketler açısından bu tür ciro işlemleri, yüksek tutarlı çek ve bonolarla doğrudan ilgilidir.

Bu bölgelerdeki ticari ilişkilerde;

  • Yanlış ciro nedeniyle sorumluluğu olmayan kişilere karşı takip yapılması,
  • Haksız tahsilat iddialarıyla dava açılması,
  • Cirantaların sorumluluğunun yanlış yorumlanması,
  • Veya keşideciye dönen çekin yeniden tedavüle sokulmasında hukuka aykırı bir süreç izlenmesi gibi durumlar, hem alacaklıyı hem de borçluyu ciddi hukuki süreçlerle karşı karşıya bırakabilir. Bu nedenle Tuzla’da faaliyet gösteren bir kambiyo hukuku avukatı, bölgenin ticari yapısını bilen, Yargıtay’ın güncel içtihatlarına hâkim ve senet uygulamalarındaki hata risklerini önceden tespit edebilecek deneyime sahip olmalıdır. Aynı şekilde Kartal, Maltepe, Pendik, Çayırova, Tepeören ve Gebze gibi bölgelerde faaliyet gösteren işletmelerin, çek cirosu gibi karmaşık işlemlerde yerel uygulamayı bilen bir hukukçudan destek almaları, ileride yaşanabilecek çek iptali, takip iptali ya da haksız sorumluluk gibi riskleri önemli ölçüde azaltır. Sonuç olarak, çekin keşideciye geri ciro edilmesi durumunda önceki cirantaların sorumluluğu devam eder mi? sorusuna verilecek cevap olayın detayına ve doğru hukuki değerlendirmeye bağlıdır. Bu nedenle, özellikle Tuzla ve çevresindeki işletmelerin senet hukuku alanında uzman bir avukat ile çalışmaları büyük önem taşır.
Read More