Toplu Yapılarda Oyun Alanı, Havuz, Halı Saha Gibi Ortak Alan İlaveleri İçin Gerekli Oy Oranı Nedir?

Giriş

Site ve apartman gibi toplu yaşam alanlarında, ortak alanlara oyun parkı, halı saha, yüzme havuzu gibi sosyal tesislerin sonradan eklenmesi, kat maliklerinin yaşam kalitesini artırma isteğiyle sıkça gündeme gelmektedir. Ancak bu tür tesislerin yapılması, hem maliyet paylaşımı hem de gürültü, güvenlik ve kullanım hakkı gibi konularda tartışmalara neden olabilmektedir.

Kat Mülkiyeti Kanunu kapsamında, ortak alanlara yapılacak ilaveler için hangi oy oranının gerektiği, maliklerin hakları ve yükümlülükleri bakımından önem taşımaktadır. Bu yazıda, Yargıtay ve Danıştay’ın güncel kararları doğrultusunda; halı saha, çocuk oyun alanı, yüzme havuzu gibi tesislerin site veya apartman ortak alanlarına sonradan eklenebilmesi için aranan oy çokluğu ya da oy birliği şartları, bu kararlara katılmayan maliklerin yasal itiraz hakları ve kiracıların durumu detaylı şekilde incelenmektedir.

1. Ortak Alan İlaveleri Karar Alma Süreçleri ve Gerekli Oy Oranları

Yargı kararları, ortak alanlara yapılacak önemli ve kalıcı ilaveler için katı kurallar öngörmektedir. Bu ilaveler, basit bir onarım veya faydalı bir eklentiden ziyade, ortak alanın niteliğini değiştiren bir “tesis” veya “inşaat” olarak kabul edilmektedir. Bu ayrım, uygulanacak KMK maddesini ve dolayısıyla oy oranını doğrudan etkiler.

4/5 Kuralının Hakimiyeti: İncelenen kararların büyük çoğunluğu, halı saha, havuz gibi tesisler için KMK m.19/2’yi esas almaktadır. Yargıtay 18. Hukuk Dairesi’nin bir kararında bu durum net bir şekilde ifade edilmiştir: “kat maliklerinden biri bütün kat maliklerinin beşte dördünün rızası olmadıkça, anagayrimenkulün ortak yerlerinde onarım, tesis ve değişik renkte dış badana veya boya yaptırması yasaklanmıştır” (Yargıtay 18. HD-2013/19532-2014/1814). Bu kural, bir kat malikinin keyfi hareket etmesini engellediği gibi, yönetimin de yeterli çoğunluk olmadan böyle bir projeye girişemeyeceğini garanti altına alır. Gerekli çoğunluk sağlanmadan alınan kararlar “yok hükmünde” dahi sayılabilmektedir.

Oybirliği Gerektiren Haller: Eğer yapılacak ilave, binanın mimari projesini değiştirecek nitelikteyse, oy oranı 4/5’in de üzerine çıkarak oybirliğine dönüşmektedir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu bu durumu şöyle açıklamıştır: “eğer yapılacak ilave anagayrimenkulün “mimari durumunu” bozacak ve “onaylı mimari projeye aykırılık” oluşturacak nitelikte ise, bu tür değişiklikler ancak “tüm kat maliklerinin oy birliği ile verecekleri bir karar ile mümkün” olabilir” (Yargıtay HGK-2017/1996-2022/5). Benzer şekilde, ortak bir alan olan havuzun belli bir kat malikine özgülenmesi de oybirliği gerektirir (Yargıtay 20. HD-2017/1708-2017/6501).

Yönetim Planının Önceliği: Kat malikleri arasındaki bir sözleşme olan yönetim planı, kanundan daha ağırlaştırıcı şartlar getirebilir. Örneğin, bir Yargıtay kararında atıf yapılan yönetim planı hükmü şöyledir: “yönetim planının 8/e maddesinde ‘kat malikleri kurulu kararı tümünün yazılı oluru bulunmadıkça ortak yerlerde yalnız kendisi için yapıya kuruluşa boya ve değişikliğe başlayamaz…’ hükmünün bulunduğu” (Yargıtay 5. HD-2024/8778-2025/3062). Bu durumda, kanunun aradığı 4/5 çoğunluk dahi yetersiz kalacak ve oybirliği aranacaktır.

2. Kararlara Karşı Çıkan Kat Maliklerinin Hakları ve Kiracıların Durumu

Kanuna veya yönetim planına aykırı alınan kararlar karşısında kat malikleri hukuki koruma altındadır.

Dava Hakkı ve Gerekçeleri: Toplantıya katılıp muhalefet şerhi düşen veya toplantıya hiç katılmayan her kat maliki, kararın tebliğinden itibaren belirli süreler içinde Sulh Hukuk Mahkemesi’nde kararın iptali için dava açabilir. Yargıtay 20. Hukuk Dairesi’nin kararında belirtildiği gibi, mahkemeler karar nisabının sağlanmadığı durumlarda iptal kararı vermelidir: “toplantıda alınan kararların Kat Mülkiyeti Kanununun … ve 42. maddelerinde aranan karar nisabı bulunmadığı gerekçesi ile iptaline karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde davanın reddine karar verilmesi doğru görülmemiştir” (Yargıtay 20. HD-2018/409-2018/3162). Dava gerekçeleri sadece oy oranına ilişkin olmayıp, toplantı çağrısının usulsüz yapılması veya imar mevzuatına aykırılık gibi durumları da kapsayabilir.

Kiracının Konumu: İncelenen tüm kararlarda istisnasız olarak vurgulanan husus, kiracının kat malikleri kurulu kararlarına karşı doğrudan dava açma hakkının bulunmadığıdır. Kiracı, mülkiyet hakkına sahip olmadığı için yönetim süreçlerinde taraf değildir. Ancak bu, tamamen korumasız olduğu anlamına gelmez. Kiracı, yapılan ilavelerden dolayı kira sözleşmesinden doğan haklarının (örneğin, gürültü nedeniyle konutu kullanımının zorlaşması) ihlal edildiğini düşünüyorsa, durumu kat malikine bildirerek onun dava açmasını talep edebilir veya mülk sahibine karşı kendi sözleşmesinden doğan haklarını ileri sürebilir.

3. Mahkemelerin Yaklaşımı ve Mevzuatın Uygulanması

Mahkemeler, bu tür uyuşmazlıklarda şekli ve esasa ilişkin titiz bir inceleme yapmaktadır.

Bilirkişi İncelemesi ve Projeye Uygunluk: Anlaşmazlıkların çözümünde bilirkişi raporları kilit rol oynamaktadır. Mahkemeler, “anataşınmazın mimari projesi ve varsa vaziyet planı getirtilerek bu işlerden anlayan uzman bilirkişiye yerinde inceleme yaptırılıp” (Yargıtay 18. HD-2011/4915-2011/9120) ilavenin niteliğini, projeye aykırılık oluşturup oluşturmadığını ve mevcut yapıya zarar verip vermeyeceğini tespit ettirir. Projeye aykırı ve gerekli çoğunluk olmadan yapılan imalatların kaldırılmasına ve eski hale getirilmesine karar verilir.

İmar Mevzuatına Uygunluk: Yapılacak ilavenin kat maliklerinin tamamının rızasını alsa dahi imar mevzuatına uygun olması şarttır. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun belirttiği gibi, “imar mevzuatına ilişkin hükümler kamu düzeninden” olup, bu kurallara aykırı bir anlaşma geçerli kabul edilemez. Danıştay kararları da bu ilavelerin imar planları ve yönetmelikleriyle uyumlu olması gerektiğini vurgulamaktadır.

Masrafların Paylaşımı: KMK m.43, çok masraflı ilavelerde önemli bir düzenleme getirir. Eğer ilave, bütün kat maliklerinin kullanması zorunlu bir yerde değilse, “bunlardan faydalanmak istemeyen kat malikleri gidere katılma[k zorunda değildir]. Bu gibi yenilik ve ilavelerin giderleri, onların yapılmasına karar vermiş olan kat malikleri tarafından ödenir” (Yargıtay 20. HD-2019/5205-2020/1427). Bu hüküm, projelere karşı çıkan kat maliklerini finansal olarak da korumaktadır.

Sonuç

Toplu yapıların ortak alanlarına halı saha, oyun alanı, yüzme havuzu gibi değer katan ancak aynı zamanda külfet ve anlaşmazlık potansiyeli taşıyan ilavelerin yapılması, basit bir yönetim kararı olmanın ötesinde, sıkı yasal kurallara bağlanmış hukuki bir süreçtir. İncelenen yargı kararları, Kat Mülkiyeti Kanunu’nun, özellikle de ortak alanlarda yapılacak “tesis” ve “inşaat” niteliğindeki değişiklikler için aranan 4/5 nitelikli çoğunluk kuralının mahkemelerce tavizsiz bir şekilde uygulandığını göstermektedir. Mimari projeyi değiştiren veya ortak alanı bir kişiye özgüleyen daha köklü değişiklikler için ise oybirliği aranmaktadır.

Bu süreçte Yönetim Planı hükümleri de en az kanun kadar bağlayıcıdır. Kararlara karşı çıkan kat malikleri, kanuna ve usule aykırılıklar halinde yargı yoluna başvurarak haklarını etkin bir şekilde koruyabilmektedir. Kiracılar ise bu süreçte doğrudan bir role sahip değildir.

Sonuç olarak, site yönetimlerinin ve kat maliklerinin bu tür projeleri hayata geçirmeden önce mutlaka Yönetim Planı’nı ve KMK’nın ilgili maddelerini dikkatle incelemeleri, yapılacak ilavenin niteliğini doğru tespit ederek gereken oy oranını sağlamaları ve tüm süreci şeffaf bir şekilde yürütmeleri, gelecekte ortaya çıkabilecek uzun ve maliyetli hukuki ihtilafları önlemek adına kritik öneme sahiptir. Gerekli durumlarda hukuki danışmanlık alınması şiddetle tavsiye edilir. Bir makale önerisi.

Neden Tuzla Avukat Desteği Gerekli?

Halı saha, çocuk oyun alanı veya yüzme havuzu gibi tesislerin apartman ya da site ortak alanlarına eklenmesi, Kat Mülkiyeti Kanunu’nda belirtilen kesin oy oranı kurallarına ve mimari proje sınırlamalarına tabidir. Bu süreçlerde yapılacak en küçük bir usul hatası veya yanlış değerlendirme, alınan kararların iptaline, yapılan yapının yıkımına ve ciddi maddi kayıplara yol açabilmektedir.

Özellikle Tuzla, Pendik, Kartal, Maltepe, Gebze, Çayırova gibi hızlı yapılaşmanın yaşandığı ve çok sayıda site/apartman bulunan bölgelerde, bu tür sosyal tesis ilaveleri konusunda yaşanan anlaşmazlıklar artmaktadır. Bu nedenle bölgeyi ve uygulamayı iyi bilen bir Tuzla avukatı ile çalışmak, hem maliklerin haklarının korunması hem de site yönetiminin hukuki zeminde doğru hareket etmesi açısından büyük önem taşır.

Tuzla’da uzman bir kat mülkiyeti avukatı, aşağıdaki konularda süreci güvence altına alabilir: Oy oranının doğru belirlenmesi (4/5 mü, oybirliği mi?), Yönetim planının bağlayıcı hükümlerinin yorumlanması, Karara katılmayan maliklerin dava hakkının değerlendirilmesi, Projeye ilişkin imar ve yapı mevzuatı açısından ön inceleme yapılması, Gelecekte oluşabilecek iptal ve tazminat davalarına karşı önleyici hukuki denetim. Sonuç olarak, Tuzla başta olmak üzere benzer yoğunlukta yapılaşmanın yaşandığı bölgelerde, sosyal tesis ilavesi gibi hassas konularda hukuki destek alınmadan hareket edilmesi, ciddi riskler doğurabilir. Bu nedenle sürece bir Tuzla uzman avukatı eşliğinde başlanması, olası anlaşmazlıkların önüne geçilmesini ve tüm sürecin yasaya uygun biçimde yürütülmesini sağlar.

Read More

Limited Şirketlerde Olağan Genel Kurul Toplantısı Yapılmazsa Ne Olur?

Giriş

Limited şirketlerde olağan genel kurul toplantısı yapılmazsa ne olur? İşte bu yazı, limited şirketlerin yıllık olağan genel kurul toplantısı yapma zorunluluğu, bu zorunluluğun yerine getirilmemesi durumunda sorumluluğun kime ait olacağı ve olası hukuki, cezai ve idari yaptırımların neler olduğu sorularını, sunulan çeşitli yargı kararları ışığında aydınlatmayı amaçlamaktadır. İncelenen kararlar, konuya ilişkin hukuki çerçevenin ve yargısal uygulamanın tutarlı ve net olduğunu ortaya koymaktadır. Yazı, bu kararlardan elde edilen bulguları sentezleyerek, farklı perspektifleri ve önemli detayları vurgulayarak bütüncül bir bakış açısı sunacaktır.

1. Limited şirketlerde olağan genel kurul toplantısı yapılmasının yasal dayanağı ve toplantının zorunlu niteliği

Limited şirketlerin yıllık olağan genel kurul yapma zorunluluğunun temeli TTK’nın 617. maddesine dayanmaktadır. Bu madde, “Olağan genel kurul toplantısı, her yıl hesap döneminin sona ermesinden itibaren üç ay içinde yapılır” hükmünü amirdir. Birçok karar, limited şirketler için bu hükmün yanı sıra, anonim şirketlere ilişkin TTK’nın 409. maddesine de kıyasen atıf yapmaktadır. İstanbul 2. Asliye Ticaret Mahkemesi (2022/874), bu zorunluluğu net bir şekilde ifade eder: “limited şirketlerde olağan genel kurul toplantıları TTK m.617/f.1 hükmüne göre her yıl hesap döneminin sona ermesinden itibaren üç ay içinde yapılır. Bu çerçevede olağan genel kurul toplantısı her yıl yapılması gerekecek bir toplantıdır.”

Bu toplantıların amacı, “organların seçimine, finansal tablolara, yönetim kurulunun yıllık raporuna, karın kullanım şekline… ilişkin müzakere yapılması ve karar alınmasıdır.” Bu nedenle toplantının yapılmaması, şirketin en temel işleyiş mekanizmalarının ve ortakların haklarının askıya alınması anlamına gelmektedir.

2. Limited şirketlerde olağan genel kurul toplantısı yapılmamasından kim sorumludur? Şirket müdürleri

Genel kurulu toplantıya çağırma görevi ve bu görevin ihmalinden doğan sorumluluk, istisnasız tüm kararlarda şirket müdürlerine yüklenmektedir. Bu, müdürlerin özen ve sadakat yükümlülüğünün doğal bir parçasıdır. Kararlarda bu görevin niteliğini “kural olarak müdürlere ait devredilemez ve vazgeçilemez bir görev” olarak tanımlayarak sorumluluğun altını çizmektedir. Müdürler “görevlerini tüm özeni göstererek yerine getirmek ve şirketin menfaatlerini, dürüst kuralı çerçevesinde gözetmekle yükümlü”dür ve genel kurul yapmamanın bu yükümlülüğün ihlali anlamına gelir.

3. Yaptırımların Çok Yönlü ve Kademeli Yapısı

Genel kurulun yapılmamasının sonuçları, kararlarda çeşitli ve duruma göre ağırlaşan bir yapıda ele alınmıştır:

Ortakların Hukuki Korunma Mekanizmaları: En yaygın sonuç, ortakların mahkemeye başvurma hakkıdır. Ortaklar, TTK’nın 411. ve 412. maddeleri uyarınca mahkemeden genel kurulun toplanması için izin isteyebilir veya bu iş için bir kayyım atanmasını talep edebilir. Antalya 4. Asliye Ticaret Mahkemesi (2021/320) kararında mahkemenin, “gündemi düzenlemek ve Kanun hükümleri uyarınca çağrıyı yapmak üzere bir kayyım” atayabileceği açıkça görülmektedir.

Müdürlerin Kişisel Sorumluluğu: Müdürlerin bu görevi ihmal etmesi, kişisel sorumluluklarını doğurur.

Tazminat Sorumluluğu: İstanbul Anadolu 13. Asliye Ticaret Mahkemesi (2024/530), TTK’nın 553. maddesine atıfla, yöneticilerin “kanundan ve esas sözleşmeden doğan yükümlülüklerini kusurlarıyla ihlâl ettikleri takdirde, hem şirkete hem pay sahiplerine hem de şirket alacaklılarına karşı verdikleri zarardan sorumlu” olacaklarını belirtir.

Müdürün Azli: Genel kurulun yapılmaması, müdürün görevden alınması (azli) için haklı bir sebep sayılabilir. Nitekim İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 12. Hukuk Dairesi (2019/1135) kararında, “genel kurulların yapılmaması” müdürlerin azli koşullarının varlığına bir gerekçe olarak gösterilmiştir.

Şirketin Varlığına Yönelik Tehditler: İhmalin uzun sürmesi, şirketin tüzel kişiliğini dahi tehlikeye atabilir.

Şirketin Feshi: Konya 2. Asliye Ticaret Mahkemesi (2024/387), TTK’nın 636/2. maddesine dayanarak “Uzun süreden beri şirketin kanunen gerekli organlarından biri mevcut değilse veya genel kurul toplanamıyorsa” ortakların veya alacaklıların şirketin feshini isteyebileceğini belirtmiştir. Kararda, yaklaşık 16 yıldır genel kurul yapmayan bir şirketin feshine karar verilmesi, bu yaptırımın ne kadar ciddi olabileceğinin somut bir örneğidir.

Ortaklıktan Çıkma Davası: İstanbul Anadolu 2. Asliye Ticaret Mahkemesi (2022/1050) kararında, genel kurulun yapılmaması ve şirketin mali durumuna ilişkin önlemlerin alınmaması gibi durumların, diğer ortaklar için “haklı sebeplerin varlığında şirketten çıkmasına karar verilmesi için dava açma” (TTK m.638/2) hakkı doğurabileceği ifade edilmiştir.

Sonuç

Sunulan yargı kararlarının bütüncül bir analizi, Türk Ticaret Hukuku sisteminin limited şirketlerin yıllık olağan genel kurul toplantısı yapmasına büyük bir önem atfettiğini şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya koymaktadır. Bu toplantı, bir formalite olmanın ötesinde, şirketin şeffaflığı, hesap verebilirliği, ortakların bilgi alma ve denetim haklarının korunması ve şirketin sağlıklı işleyişi için vazgeçilmez bir mekanizmadır.

Bu yasal zorunluluğun ihlali durumunda sorumluluk, doğrudan doğruya ve öncelikli olarak şirket müdürlerine aittir. Yaptırımlar ise oldukça geniş bir yelpazeyi kapsamakta olup, ortakların mahkeme kanalıyla toplantı yapılmasını sağlamasından, müdürlerin tazminat ödemesine, görevden alınmasına, cezai yaptırımlarla karşılaşmasına ve en ağır durumda şirketin feshine kadar varabilmektedir. Bu durum, şirket müdürlerinin genel kurul yapma görevini ciddiyetle ele almaları gerektiğini açıkça göstermektedir. Bir makale önerisi.

Neden Tuzla Avukat Desteğihttps://www.2mhukuk.com/ekibimiz/ Gerekli?

Limited şirketlerde olağan genel kurul toplantısının yapılmaması, sadece basit bir ihmal değil; müdürler açısından kişisel sorumluluk doğuran ciddi bir hukuki sorundur. Bu tür durumlar, şirketin işleyişinde aksamalara, ortaklar arasında ihtilaflara ve hatta şirketin feshine kadar gidebilecek ağır yaptırımlara yol açabilir. Bu nedenle şirket ortaklarının ve özellikle müdürlerin, Türk Ticaret Kanunu ve ilgili yargı kararları doğrultusunda gerekli adımları atmadan önce alanında uzman bir hukukçudan görüş alması elzemdir.

Tuzla avukat, Pendik avukat, Kartal avukat, Maltepe avukat, Gebze avukat, Çayırova avukat, Tepeören avukat, Orhanlı avukat gibi ticaret hukuku ve şirketler hukuku alanında uzman hukukçular, şirketinizin yasal yükümlülüklerini yerine getirmesi konusunda size rehberlik edebilir. Özellikle olağan genel kurulun zamanında yapılması, çağrı usulünün doğru uygulanması, toplantı tutanaklarının yasal geçerlilik taşıyacak şekilde hazırlanması gibi birçok teknik ayrıntı profesyonel hukuki destek gerektirir.

Ayrıca, genel kurul yapılmaması nedeniyle doğabilecek olası ortaklık davaları, müdür aleyhine açılacak tazminat ve azil davaları gibi riskli süreçlerin önlenmesi için önleyici hukuk hizmeti alınması büyük önem taşır. Yerel düzeyde tecrübeye sahip bir Tuzla avukat ya da çevre ilçelerdeki uzman bir hukukçu, şirketinize özel durumunuzu değerlendirerek en doğru stratejiyi belirlemenize yardımcı olacaktır.

Read More

Anlaşmalı boşanma davasında nafaka talebinden feragat edilebilir mi, böyle bir feragat geçerli olur mu ve feragat ileride nafaka davası açmaya engel mi?

Bu çalışma anlaşmalı boşanma davaları sırasında tarafların nafaka hakkından feragat edip edemeyeceği, bu feragatin hukuki geçerliliği ve gelecekteki nafaka taleplerine etkisi konusunu, Yargıtay kararları ışığında ele almaktadır. Anlaşmalı boşanma, tarafların boşanma ve boşanmanın mali sonuçları (nafaka, tazminat vb.) üzerinde mutabık kaldığı bir süreçtir. Bu süreçte tarafların yaptığı “feragat” beyanının niteliği ve sonuçları, Yargıtay içtihatlarında farklı boyutlarıyla ele alınmıştır. Çalışma, bu içtihatlardaki ana eğilimleri, farklılıkları ve önemli ayrıntıları ortaya koyarak konuya dair bütüncül bir perspektif sunmayı amaçlamaktadır.

1. Anlaşmalı Boşanmada Nafakadan Feragatin Hukuki Niteliği ve Geri Alınamazlığı

Yargıtay kararlarının büyük bir çoğunluğu, anlaşmalı boşanma sırasında yapılan nafaka feragatini, davayı sona erdiren kesin bir usul işlemi olarak kabul etmektedir. Bu feragat, Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK) uyarınca kesin hüküm gibi hukuki sonuçlar doğurur.

Yargıtay 2. Hukuk Dairesi (2014/19891 E. – 2015/4074 K.) kararında, davacının nafaka veya tazminat gibi bir talebimiz yoktur” şeklindeki beyanının “feragat niteliğinde olup feragattan rücu mümkün değildir.” ve bu feragatin o iradenin açıklandığı anda kesin hükmün sonuçlarını doğurduğu” belirtilmiştir. Benzer şekilde, Yargıtay 3. Hukuk Dairesi (2014/5574 E. – 2014/13801 K.) kararında, Davadan feragat neticesinde, feragate konu hak tamamen düşer ve artık bir daha dava konusu yapılamaz” denilerek feragatin geri dönülmez niteliği vurgulanmıştır. Bu baskın görüşe göre, açık bir iradeyle yoksulluk nafakasından vazgeçen taraf, sonradan ekonomik koşulları değişse dahi bu hakkını yeniden talep edemez.

2. Nafakada Feragat Beyanının “Açık ve Kesin Olma” Şartı

Feragatin bu denli kesin sonuçlar doğurması, beyanın niteliği konusunda bir hassasiyeti de beraberinde getirmiştir. Yargıtay, her istemiyorum” beyanını geleceğe yönelik bir feragat olarak yorumlamamaktadır. Feragat iradesi şüpheye yer bırakmamalıdır.

Yargıtay 2. Hukuk Dairesi (2014/1689 E. – 2014/10977 K.) kararında, “Haktan feragat beyanının, kesin ve duraksamaya yer bırakmayacak şekilde açık olması lazımdır.” ilkesi vurgulanmış ve başka bir talebin bulunmadığı” yönündeki genel bir ifadenin, nafaka hakkından “ilanihaye (sonsuza dek) vazgeçildiği anlamına gelmeyeceği belirtilmiştir. Buna karşın, karşı oy yazılarında ise boşanmak istiyorum, başka bir talebim yoktur” gibi kayıt ve şartsız beyanların, boşanmanın eki niteliğindeki nafaka ve tazminatlardan da feragat anlamına geldiği savunulmuştur. Bu durum, feragat metninin hazırlanmasında son derece dikkatli olunması gerektiğini göstermektedir.

3. Nafaka Türlerine Göre Ayrım: Yoksulluk, İştirak ve Tedbir Nafakası

Feragatin sonuçları, talep edilen nafakanın türüne göre farklılık arz eder:

Yoksulluk Nafakası: Eşin kendisi için talep ettiği nafakadır. Yukarıda belirtildiği gibi, açık bir beyanla yoksulluk nafakasından feragat edilmesi halinde, bu feragat genellikle kesin ve bağlayıcıdır.

İştirak Nafakası (Çocuk Nafakası): Bu nafaka, çocuğun hakkıdır ve kamu düzenine ilişkindir. Ebeveynlerden birinin, çocuğun bu hakkından feragat etmesi hukuken mümkün değildir. Yargıtay 2. Hukuk Dairesi’nin 2013/22012 E. sayılı kararındaki karşı oyda belirtildiği gibi, Velayet kendisine bırakılan annenin, küçüğün menfaatine aykırı olarak çocuk için tayin edilen nafakadan feragat etme hakkı yoktur.” Bu nedenle, boşanma protokolünde iştirak nafakası istenmediği belirtilse bile, çocuk için ileride nafaka davası açılmasına bir engel yoktur.

Tedbir Nafakası: Dava süresince eşin ve çocukların geçimi için bağlanan geçici bir nafakadır. Feragat beyanı genellikle feragat tarihinden önceki döneme ilişkin tedbir nafakasını kapsar. Yargıtay 2. Hukuk Dairesi (2012/3490 E. – 2012/22653 K.) kararında belirtildiği gibi, feragat ileriye dönük sonuç doğurmaz ve “sonraki bir tarihte koşulları varsa yeniden tedbir nafakası istenmesi mümkündür.”

4. Nafakada Farklı Perspektifler ve İstisnalar

Baskın görüş feragatin kesinliği yönünde olsa da, bazı Yargıtay kararları farklı bir bakış açısı sunmaktadır:

“Doğmamış Haktan Feragat Edilemez” İlkesi: Bazı kararlarda, yoksulluk nafakası hakkının boşanma kararının kesinleşmesiyle doğduğu, bu nedenle boşanma davası sırasında henüz doğmamış olan bu haktan feragatin geçersiz olduğu savunulmuştur. Yargıtay 3. Hukuk Dairesi (2012/23009 E. – 2013/1638 K.) kararında bu ilke şu şekilde ifade edilmiştir: …doğmamış bulunan bir haktan feragat mümkün olmadığından, koşulları oluştuğu takdirde, davacının karşı taraftan yoksulluk nafakası talep etmesi mümkündür.” Bu görüş, feragatin kesinliğine önemli bir istisna getirme potansiyeli taşımaktadır.

İrade Bozukluğu Halleri: Feragat beyanı, hata, hile veya tehdit gibi iradeyi sakatlayan bir nedenle yapılmışsa, feragatin iptali istenebilir. Yargıtay 2. Hukuk Dairesi (2015/23479 E. – 2017/4466 K.) kararında bu durum, “irade bozukluğu hallerinde, feragatin iptali istenebilir (HMK m. 311)” şeklinde ifade edilmiştir.

Anlaşmalı Boşanmanın Çekişmeliye Dönmesi: Anlaşmalı boşanma protokolüyle yapılan feragat, ancak boşanmanın anlaşmalı olarak sonuçlanması halinde geçerlidir. Dava çekişmeliye dönerse, bu protokole dayalı feragat beyanları da geçersiz hale gelir. (Bkz: Yargıtay 2. HD, 2011/2011 E. – 2011/22275 K.)

Sonuç

İncelenen Yargıtay kararları doğrultusunda, anlaşmalı boşanma davasında nafaka talebinden feragat edilip edilemeyeceği sorusuna verilecek yanıt evettir. Ancak bu “evet”in ardında önemli şartlar ve istisnalar bulunmaktadır. Bir eşin, kendi adına olan yoksulluk nafakasından feragat etmesi mümkündür. Bu feragat, irade bozukluğu olmadan, açık ve kesin bir dille yapılmışsa hukuken geçerlidir, geri alınamaz ve ileride yoksulluk nafakası davası açılmasına engel teşkil eder.

Buna karşılık, çocuğun iştirak nafakasından feragat edilemez. Bu yöndeki bir beyan geçersiz olup, çocuğun menfaati gerektirdiğinde her zaman iştirak nafakası davası açılabilir.

Feragat beyanının muğlak olması, “doğmamış haktan feragat edilemeyeceği” ilkesinin benimsenmesi veya feragatin irade bozukluğu altında yapıldığının ispatlanması gibi durumlarda, feragatin bağlayıcılığı ortadan kalkabilir.

Neticede, nafaka feragati son derece ciddi hukuki sonuçları olan bir işlemdir. Tarafların, bu beyanda bulunmadan önce sonuçlarını tam olarak anlaması ve feragat metninin, ileride bir hak kaybına yol açmayacak şekilde özenle hazırlanması kritik öneme sahiptir. Bu konuyla ilgili bir makale önerisi.

Neden Tuzla Avukat Desteği Gerekli?

Anlaşmalı boşanma protokolünde yer alan nafaka, tazminat veya mal paylaşımı gibi maddi sonuçlar, taraflar açısından ciddi ve geri dönülmez sonuçlar doğurabilir. Özellikle nafaka feragati gibi beyanların, ileride yeniden talepte bulunma hakkını tamamen ortadan kaldırabileceği dikkate alındığında, protokolün eksiksiz ve hukuka uygun şekilde düzenlenmesi hayati önem taşır.

Tuzla avukat desteği almak, bu noktada büyük bir fark yaratır. Çünkü uzman bir aile hukuku avukatı; protokolde kullanılan ifadelerin bağlayıcılığını değerlendirir, feragat beyanlarının geçerliliğini denetler ve tarafların hak kaybına uğramasını önler.

Tuzla avukat, Pendik avukat, Kartal avukat, Maltepe avukat, Aydınlı avukat, Tepeören avukat, Orhanlı Avukat ve çevresinde faaliyet gösteren deneyimli boşanma avukatları, bölgedeki mahkemelerin uygulama alışkanlıklarına hâkimdir. Bu da hem protokolün eksiksiz hazırlanması, hem de ileride doğabilecek olası dava süreçlerinin önceden öngörülmesi açısından büyük avantaj sağlar.

Tarafların “nafaka istemiyorum” gibi kısa ve genel beyanlar nedeniyle yıllar sonra ciddi mağduriyet yaşamamaları için, sürecin başında bir Tuzla boşanma avukatı ile çalışmaları tavsiye edilir. Profesyonel destek almak, sadece mevcut hakları değil, gelecekteki olası hak taleplerini de güvence altına alır.

Read More

Güzellik Hizmeti Mağduriyetleri: Yanık, Kesi, Kalıcı İz veya Hatalı İşlemlerde Geri Ödeme ve Tazminat Hakkı

Giriş

Güzellik merkezlerinde yapılan güzellik hizmeti işlemler bazen istenmeyen sonuçlara yol açabilir. Özellikle tüy alma, lazer epilasyon veya cilt bakımı gibi işlemler sırasında ciltte kesikler, yanıklar ya da kalıcı izler oluşması durumunda mağdur olan kişinin hukuki haklarını bilmesi büyük önem taşır. Bu makalede, güzellik merkezinde işlem yaptırırken cildinde kesi oluşan bir kişinin hangi hukuki yollara başvurabileceği ve ödediği ücretin tazminat olarak geri alınıp alınamayacağı ayrıntılı şekilde ele alınmaktadır.

 Sunulan çok sayıda Yargıtay, Bölge Adliye Mahkemesi kararı analiz edilerek, mağdurun hangi davaları açabileceği, bu davalarda hangi hukuki dayanakları kullanabileceği, ispat yükümlülükleri ve en önemlisi, ödediği işlem bedelini ve diğer zararlarını tazminat olarak talep edip edemeyeceği konuları bütüncül bir yaklaşımla ele alınmıştır.

A) Güzellik Hizmetinde Hukuki İlişkinin Tanımlanması ve Görevli Mahkeme

Yargı kararları, güzellik merkezinde sunulan hizmetin hukuki niteliğini iki ana eksende ele almaktadır. Bu ayrım, davanın hangi mahkemede görüleceği açısından kritik öneme sahiptir.

Eser Sözleşmesi Yaklaşımı: Birçok Yargıtay kararı, estetik amaçlı bu tür işlemleri Türk Borçlar Kanunu’nda düzenlenen “eser sözleşmesi” olarak nitelendirmektedir. Bu yaklaşıma göre güzellik merkezi (yüklenici), belirli bir sonucu (estetik görünüm) taahhüt etmektedir. Yargıtay 3. Hukuk Dairesi’nin bir kararında bu durum şöyle ifade edilmiştir: “Bu tür durumlar ‘TBK’nın 470 (BK. m. 355) ve devamı maddelerinde düzenlenen eser sözleşmesinden kaynaklanmaktadır’. Bu durumda güzellik merkezi ‘yüklenici’ konumundadır ve ‘yapımını yüklendiği işi, özen borcu gereği olarak fen ve sanat kurallarına, sözleşme hükümlerine, kendisine duyulan güvene ve beklenen amaca uygun şekilde yapmakla ödevlidir.'” (Yargıtay 3. HD, 2015/10634 E.). İşlem sonucunda ciltte kesikler, yanıklar, kalıcı izler oluşması, eserin “ayıplı” (kusurlu) olduğu anlamına gelir.

Tüketici İşlemi Yaklaşımı: Diğer ve daha yaygın olan yaklaşım ise bu ilişkiyi Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun kapsamında bir tüketici işlemi” olarak görmektir. Güzellik merkezi ticari amaçla hizmet sunan bir “sağlayıcı”, işlemi yaptıran kişi ise “tüketici” konumundadır. Nitekim Yargıtay 13. Hukuk Dairesi bir kararında, ‘4077 Sayılı yasanın 23. maddesi, bu kanunun uygulanması ile ilgili her türlü ihtilafa tüketici mahkemelerinde bakılacağını öngörmüştür.'” (Yargıtay 13. HD, 2015/36944 E.) diyerek görevli mahkemenin Tüketici Mahkemesi olduğunu netleştirmiştir.

Bu iki yaklaşım birbiriyle çelişmez. Modern hukuk uygulamasında, taraflardan birinin tüketici olduğu eser sözleşmelerinden doğan uyuşmazlıklara da Tüketici Mahkemeleri bakmaktadır. Bu nedenle, cildinde kesikler oluşan kişi, davasını büyük olasılıkla Tüketici Mahkemesi’nde açmalıdır.

B) Başvurulabilecek Hukuksal Yollar ve Tazminat Çeşitleri

Mağdurun başvurabileceği yollar ve talep edebileceği tazminatlar şunlardır:

Hukuk Davası (Tazminat Talebi): Bu en temel ve yaygın yoldur. Kişi, Tüketici Mahkemesi’ne başvurarak şunları talep edebilir:

İşlem Bedelinin İadesi (Maddi Tazminat): İncelenen kararlar, kusurlu hizmet nedeniyle ödenen bedelin iade edilebileceğini açıkça göstermektedir. Bakırköy 10. Tüketici Mahkemesi’nin bir kararında “davacının davalıya ödenen bedelin iadesi isteminin de kabulü gerektiği” (2021/755 E.) belirtilmiştir. Yargıtay 6. Hukuk Dairesi de “sözleşme bedelinin iadesi” (2021/188 E.) talebini meşru bulmuştur.

Diğer Maddi Tazminatlar: Oluşan kesiklerin tedavisi için yapılan doktor, hastane ve ilaç masrafları gibi tüm giderler bu kapsamda talep edilebilir.

Manevi Tazminat: Ciltteki kesiklerin yol açtığı fiziksel acı, elem, ızdırap, estetik kaygı ve sosyal hayattaki olumsuz etkiler nedeniyle manevi tazminat talep edilebilir. Yargıtay, hatalı ağda sonrası yırtık oluşan bir olayda, “davacının ruh ve beden huzurunun bozulmadığını düşünmek kabil değildir (Yargıtay 13. HD, 2010/13173 E.) diyerek manevi tazminata hükmedilmesi gerektiğini vurgulamıştır.

Ceza Hukuku Yolu (Şikayet): Meydana gelen yaralanma, Türk Ceza Kanunu kapsamında Taksirle Yaralama” suçunu oluşturabilir. Kişi, işlemi yapan personel ve sorumlu yöneticiler hakkında savcılığa şikayette bulunabilir. Ancak ceza hukuku yolu daha meşakkatlidir. Bazı kararlarda, Adli Tıp Kurumu’nun yaralanmayı “herhangi bir tıbbi kusur ya da ihmale izafe edilemeyen klinik tablonun doğal bir seyri olarak nitelendirildiği” (Yargıtay 12. CD, 2019/9780 E.) ve bu nedenle sanıkların beraat ettiği görülmektedir. Buna karşın, başka bir ceza davasında yaralanmanın lazer epilasyon aleti kullanım ve uygulama hatasından kaynaklandığı” (Yargıtay 12. CD, 2016/11766 E.) tespit edilerek sorumlular kusurlu bulunmuştur. Dolayısıyla ceza davasının sonucu, ihmalin net bir şekilde ispatlanıp ispatlanamadığına bağlıdır.

C) Davanın Kazanılmasındaki Kilit Unsurlar

Bir tazminat davasının başarıya ulaşması için aşağıdaki hususların kanıtlanması kritik öneme sahiptir:

Kusurun Varlığı: Davanın temelini, güzellik merkezinin veya çalışanının kusurlu (hatalı, özensiz, ihmalkâr) davrandığının ispatı oluşturur. İşlemin standartlara aykırı yapılması, hijyen kurallarına uyulmaması, yanlış cihaz veya teknik kullanılması gibi durumlar kusur teşkil eder.

Bilirkişi Raporu: Mahkemeler, bu tür teknik konularda karar vermeden önce mutlaka uzman bilirkişi raporu almaktadır. Rapor, genellikle dermatoloji ve güzellik uzmanlarından oluşan bir heyet tarafından hazırlanır. Yargıtay’ın vurguladığı gibi, mahkeme “Güzellik Uzmanı ile Dermatoloji uzmanının da bulunduğu bilirkişi heyeti oluşturularak, taraf, mahkeme ve Yargıtay denetimine açık, ayrıntılı ve gerekçeli rapor tanzim edilmesini” (Yargıtay 13. HD, 2015/5821 E.) istemelidir. Davanın kaderi büyük ölçüde bu rapora bağlıdır.

Aydınlatma Yükümlülüğünün İhlali: Güzellik merkezinin, işlem öncesinde olası riskler ve komplikasyonlar hakkında müşteriyi bilgilendirmesi ve “aydınlatılmış onam” alması bir zorunluluktur. Yargıtay bu hususu şöyle belirtir: “...uygulama öncesi muhtemelen hasıl olabilecek sonuç ve komplikasyonlar hakkında iş sahibini bilgilendirmesi bir zorunluluktur.” (Yargıtay 3. HD, 2015/10634 E.). Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi, merkezin sorumluluğunu ağırlaştıran bir faktördür.

Sonuç

Güzellik merkezinde bir işlem sırasında cildinde kesikler, yanıklar veya kalıcı izler oluşan kişi, çok yönlü hukuki haklara sahiptir. İncelenen yargı kararları, bu kişinin Tüketici Mahkemesi’ne başvurarak hem ödediği işlem bedelinin iadesini hem de tedavi masrafları gibi diğer maddi zararlarını ve çektiği acı için manevi tazminat talep edebileceğini net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Bu sürecin başarısı, güzellik merkezinin kusurlu hizmet verdiğinin, özellikle de alanında uzman bilirkişilerden alınacak raporlarla ispatlanmasına bağlıdır. Merkezin işlem öncesi riskler hakkında yeterli bilgilendirme yapmamış olması da davacının elini güçlendirecektir. Olayın niteliğine göre taksirle yaralama suçundan dolayı ayrıca bir ceza şikayetinde bulunmak da mümkündür. Sonuç olarak, hukuki süreç doğru adımlarla yönetildiği takdirde, mağdurun uğradığı zararın tazmin edilmesi ve ödediği ücreti geri alması kuvvetle muhtemeldir.

Neden Uzman Tuzla Avukat Desteği Gereklidir?

Güzellik merkezinde hatalı işlem sonucu oluşan yanık, kesik, iz gibi zararlarda tazminat süreci, teknik bilgi, sağlık hukuku bilgisi ve Yargıtay kararlarının yorumlanmasını gerektirir. Dava sürecinde bilirkişi raporları, tanık beyanları, hastane belgeleri ve sözleşme incelenmesi gibi birçok detay önem kazanır.

Bu nedenle mağdurların, Tuzla avukat, Pendik avukat, Kartal avukat, Maltepe avukat, Gebze avukat, Tepeören avukat, Orhanlı avukat, Aydınlı avukat ve Çayırova avukat gibi bölgesel ve tüketici hukuku alanında deneyimli avukatlardan destek alması, hem maddi hem de manevi hak kayıplarının önüne geçmek açısından çok önemlidir.

Uzman bir Tuzla avukat; hangi mahkemede dava açılacağını, nasıl delil toplanması gerektiğini, hangi Yargıtay kararlarının örnek gösterilebileceğini bilir ve tazminat miktarının artırılması için stratejik katkı sağlar.

Read More

Anlaşmalı boşanma protokolünde velayet hakkından feragat edilir mi, ederse ileride dava açabilir mi?

Bu çalışmada Anlaşmalı boşanma protokolünde velayet hakkından feragat edilir mi, ederse ileride dava açabilir mi? anlaşmalı boşanma sürecinde taraflardan birinin velayet hakkından feragat etmesinin hukuki geçerliliğini ve bu feragatin gelecekte velayet davası açma hakkına etkisini analiz etmek amacıyla hazırlanmıştır. Sunulan Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi kararları ışığında, velayet hakkının niteliği, bu haktan feragatin mümkün olup olmadığı ve en önemlisi, çocuğun üstün yararı ilkesinin bu sürece nasıl yön verdiği incelenmiştir.

A. Anlaşmalı Boşanma Protokolünde Velayet Düzenlemesi ve “Feragat” Kavramı

Anlaşmalı boşanma protokolünde taraflar, müşterek çocuğun velayetinin kimde kalacağı konusunda bir düzenleme yapabilirler. Yargıtay kararlarında bu durum, sıklıkla bir tarafın velayet talebinden feragat etmesi” olarak nitelendirilmektedir. Örneğin, bir kararda tarafların protokol ile kadının velayet… taleplerinden feragat ettiğini” bildirebileceği ve mahkemenin bu beyanı “feragat niteliğinde” kabul edeceği belirtilmiştir (Yargıtay 2. HD, 2018/6126). Bu, pratikte velayetin anlaşma yoluyla diğer eşe bırakılmasının mümkün olduğunu göstermektedir.

Ancak, bu “feragat” kavramı, velayet hakkının temel niteliğiyle çelişiyor gibi görünebilir. Nitekim Anayasa Mahkemesi, velayetin temel bir hak olduğunu ve devredilemeyeceğini vurgulamıştır: Velayet, kişiye sıkı sıkıya bağlı bir hak niteliğindedir. Bu nedenle başkasına devredilemez, miras yoluyla geçmez ve bu haktan vazgeçilemez. Bu hak başkasına devredilemediği gibi bu haktan feragat da edilememektedir.” (AYM, 2010/119)

Bu iki farklı yaklaşım, “feragat” kelimesinin kullanımındaki ayrımdan kaynaklanmaktadır. Anayasa Mahkemesi, velayet hakkının kendisinden soyut bir vazgeçmenin imkansızlığını belirtirken; Yargıtay, boşanma anındaki somut duruma ilişkin olarak velayetin kullanımının diğer ebeveyne bırakılması yönündeki irade beyanını “feragat” olarak adlandırmaktadır. Hatta daha güncel bir Yargıtay kararı, bu kavramsal karmaşayı ortadan kaldıracak şekilde, velayetin kamu düzenine ilişkin olması nedeniyle feragat beyanının anlamsız olduğunu ve mahkemenin her durumda çocuğun yararını gözeterek karar vereceğini belirtmiştir (Yargıtay 2. HD, 2024/4464).

B. Velayetten Feragat Edilse Dahi İleride Dava Açma Hakkı

İncelenen kararların tamamında ortak olan en net bulgu, anlaşmalı boşanma protokolü ile yapılan velayet düzenlemesinin kesin ve geri dönülemez olmadığıdır. Velayet hakkından feragat eden veya velayetin diğer eşe bırakılmasını kabul eden taraf, ileride belirli şartların oluşması halinde velayetin değiştirilmesi için dava açma hakkını kaybetmez. Bu hakkın kullanılabilmesi için temel koşul, çocuğun üstün yararı ve durum ve koşullarda esaslı bir değişiklik olmasıdır. Yargıtay, bu durumu şu şekilde özetlemektedir: “boşanma kararının kesinleşmesinden sonra durum ve koşullarda velayet sahibinin değiştirilmesini gerektirecek bir değişiklik husule geldiği kanıtlanamadığı gibi, küçüğün menfaatinin de böyle bir değişikliği gerektirdiğine ilişkin bir sebep de ortaya konulamamıştır” (Yargıtay 2. HD, 2009/2481). Bu ifade, koşulların değiştiği ve çocuğun menfaatinin gerektirdiği kanıtlandığı takdirde velayet davası açılabileceğini ve başarılı olabileceğini göstermektedir. Nitekim bir başka kararda, velayeti alan babanın görevini ihmal etmesi ve çocuğun anneyle yaşamak istemesi gibi nedenlerle velayetin annenin talebi üzerine değiştirilmesine hükmedilmiştir (Yargıtay 2. HD, 2011/17064).

Belirleyici İlke: Çocuğun Üstün Yararı: Tarafların anlaşması ne yönde olursa olsun, hakim bu anlaşmayı çocuğun menfaatine uygun bulmak zorundadır. Yargıtay’ın da vurguladığı gibi, “Velâyet kamu düzenine ilişkin olup, re’sen araştırma ilkesi geçerlidir. Bu nedenle yargılama sırasında meydana gelen gelişmelerin dahi göz önünde tutulması gerekir.” (Yargıtay 2. HD, 2023/5735). Bu ilke, mahkemenin sadece tarafların beyanlarıyla bağlı kalmayıp, gerekirse sosyal inceleme raporları, uzman görüşleri ve çocuğun idrak yaşındaysa beyanını alarak en doğru kararı vermesini gerektirir.

Feragat”in Hukuki Anlamı: Protokoldeki feragat” ifadesi, velayet hakkının kökünden yok edilmesi değil, o anki koşullar altında velayetin kullanımının diğer ebeveyne bırakılmasına rıza göstermek anlamına gelir. Bu rıza, mutlak ve süresiz değildir. Velayeti devralan ebeveynin görevini ihmal etmesi, çocuğun fiziksel veya ruhsal gelişiminin tehlikeye girmesi gibi yeni durumlar, eski anlaşmayı geçersiz kılar ve mahkemenin müdahalesini zorunlu hale getirir.

Dava Açma Şartları: İleride açılacak bir velayetin değiştirilmesi davasının başarılı olması için, sadece ebeveynin fikrini değiştirmiş olması yeterli değildir. Boşanma kararının kesinleşmesinden sonra ortaya çıkan, velayet sahibinin görevini gereği gibi yapamadığını veya çocuğun menfaatinin değişikliği gerektirdiğini gösteren somut ve ciddi olguların delilleriyle birlikte mahkemeye sunulması gerekir.

Sonuç

Anlaşmalı boşanma protokolünde bir taraf, velayetin diğer tarafa bırakılmasını kabul edebilir. Bu durum, Yargıtay içtihatlarında zaman zaman “velayetten feragat” olarak adlandırılsa da, bu, velayet hakkından mutlak ve geri dönülemez bir şekilde vazgeçildiği anlamına gelmez. Velayet kamu düzenine ilişkin olduğundan, tarafların anlaşması her zaman hakimin onayına ve çocuğun üstün yararı ilkesine tabidir.

Evet, velayetin diğer eşe bırakılmasını kabul eden taraf ileride dava açabilir. Bu feragat, gelecekte dava açma hakkını ortadan kaldırmaz. Ancak bu davanın kabulü için; boşanma sonrası koşullarda çocuğun menfaatini etkileyen ciddi ve esaslı bir değişiklik yaşandığının (örneğin velayet sahibi ebeveynin ihmali, çocuğun istismarı, sağlık veya eğitim koşullarındaki olumsuzluklar vb.) somut delillerle ispatlanması zorunludur. Mahkeme, her durumda çocuğun güncel yararını gözeterek yeni bir velayet düzenlemesi yapma yetkisine sahiptir. Bir makale önerisi.

Velayet Hakkında Feragat ve İleride Dava Açma Durumu Neden Uzman Tuzla Avukat Desteği Gerektirir?

Boşanma sürecinde, özellikle anlaşmalı boşanma protokolünde velayet hakkının nasıl düzenleneceği önemli bir konudur. Taraflar, velayetin diğer ebeveyne bırakılmasını kabul edebilir, ancak bu durum velayet hakkından mutlak ve geri dönülemez bir feragat anlamına gelmez. Bu nedenle, velayet konusunda yapılacak anlaşmaların hukuki geçerliliği ve olası ilerideki hak talepleri uzman bir avukat desteğiyle doğru şekilde değerlendirilmelidir. Aksi takdirde, çocuğun menfaati tehlikeye girebilir veya taraflar ileride haklarını kaybedebilir.

Tuzla avukat, Orhanlı avukat, Aydınlı avukat, Tepeören avukat, Gebze avukat, Çayırova avukat ve Şekerpınar avukat arayışında olan kişiler için, yerel hukuk bilgisi ve bölge adliyelerinde edinilmiş tecrübe kritik bir avantaj sağlar. Her mahkemenin işleyişi ve uygulamaları farklı olabileceğinden, bölgesel dinamikleri bilen ve aile hukuku alanında uzmanlaşmış bir avukatla çalışmak, sürecin doğru yönetilmesini sağlar.

İşte bu noktada, alanında uzman bir avukat ile çalışmak, olası hukuki riskleri önceden tespit edip, en uygun stratejiyi belirlemede kritik rol oynar. Ayrıca, velayetle ilgili olası değişikliklerde, yeni durumların nasıl değerlendirilmesi gerektiği ve hangi koşullarda dava açılabileceği konusunda doğru yönlendirme almanızı sağlar. Bu sayede, hem çocuk hem de taraflar açısından en doğru ve hukuka uygun kararlar alınabilir.

Read More

Boşanma Davasında Daha Önce Affedilen Davranışlar Kusur Olarak İleri Sürülür mü?

Bu çalışmada, Boşanma davasında daha önce affedilen davranışların kusur olarak ileri sürülüp sürülemeyeceği” sorusunu, sunulan Yargıtay 2. Hukuk Dairesi kararları ışığında incelenecektir. Türk Medeni Kanunu uyarınca boşanma davalarında “kusur” kavramı, evlilik birliğinin temelinden sarsılmasına neden olan olayların değerlendirilmesinde ve boşanmanın mali sonuçlarının (tazminat, nafaka vb.) belirlenmesinde merkezi bir rol oynamaktadır. İncelenen kararlar, Yargıtay’ın bu konudaki yerleşik ve tutarlı içtihadını ortaya koymakta, “af” veya “hoşgörü” olgusunun hukuki sonuçlarını detaylandırmaktadır.

1. Temel Kural Boşanma Davasında Affedilen veya Hoş Görülen Davranışlar Kusur Olarak Yüklenemez

Yargıtay 2. Hukuk Dairesi, istikrarlı bir şekilde, eşlerin evlilik birliği devam ederken sergiledikleri affedici veya hoşgörülü tutumun, boşanma davasında aleyhlerine kullanılamayacağını vurgulamaktadır. Bu ilke, birçok kararda şu şekilde formüle edilmiştir: “Affedilen ya da hoşgörüyle karşılanan davranışlar boşanma davasında diğer tarafa kusur olarak yüklenemez ve buna dayanılarak boşanma kararı verilmez.” (Yargıtay 2. HD, 2015/8160 E., 2015/22652 K.) Bu kural, evlilik birliğini sürdürme çabasının ve tarafların barışma iradesinin korunması amacını taşır. Eşlerin, sorunları aşarak birliğe devam etme kararı almaları, geçmişteki olayları hukuken “etkisizhale getirmektedir.

2. Affın veya Hoşgörünün Göstergeleri

Mahkemeler, affın varlığını veya hoşgörünün gösterildiğini çeşitli somut durumlardan yola çıkarak tespit etmektedir. İncelenen kararlara göre affın en yaygın göstergeleri şunlardır:

-Kusurlu davranıştan sonra tarafların barışarak birlikte yaşamaya devam etmeleri.

-Daha önce açılmış bir boşanma davasından feragat edilmesi.

-Tarafların kusurlu davranışın gerçekleşmesinden sonra uzun bir süre evlilik birliğini devam ettirmeleri.

-Dava açıldıktan sonra dahi olsa tarafların bir araya gelip evlilik birliğini sürdürmeleri (cinsel birliktelik yaşanması dahil).

Örneğin, bir kararda “davalı kadına kusur olarak yüklenen davranışlardan sonra, taraflarca evlilik birliğinin devam ettirildiği; böylece bu kusurlu davranışlarının davacı koca tarafından affedildiği, en azından hoşgörü ile karşılandığı anlaşılmaktadır” (Yargıtay 2. HD, 2009/17411 E., 2010/21061 K.) denilerek, birlikte yaşamaya devam etme olgusu af için yeterli görülmüştür.

3. Kuralın Hukuki Sonuçları

Affedilmiş olayların kusur olarak kabul edilmemesi, davanın esası ve sonuçları üzerinde doğrudan etkilidir:

Davanın Reddi: Eğer davacının dayandığı tüm kusur iddiaları, davalı tarafından affedilmiş veya hoş görülmüş olaylardan ibaretse ve yeni bir kusurlu davranış ispatlanamamışsa, boşanma davasının reddedilmesi gerekmektedir.

Tazminat Taleplerinin Etkilenmesi: Kusur, maddi ve manevi tazminat taleplerinin temelini oluşturur. Affedilmiş davranışlar nedeniyle bir eş kusurlu bulunamazsa, diğer eşin tazminat talepleri de dayanaksız kalacaktır. Nitekim bir kararda, “davalı erkeğin kusurlu davranışı ispatlanamamıştır. Bu nedenle davalı erkek aleyhine maddi ve manevi tazminata hükmedilemez. (Yargıtay 2. HD, 2016/15574 E., 2018/2038 K.) denilerek bu bağlantı net bir şekilde kurulmuştur.

Yargıtay kararları genel bir ilke ortaya koysa da, bu ilkenin uygulanışında dikkate alınması gereken önemli detaylar ve farklı perspektifler mevcuttur.

4. Affedilen Olaylardan Sonra Yeni Kusurlu Davranışların Varlığı

Af veya hoşgörü, gelecekteki kusurlu davranışlar için bir “açık çek” niteliği taşımaz. Affın kapsamı, yalnızca affedilen veya hoş görülen olaylarla sınırlıdır. Eğer bu olaylardan sonra evlilik birliğini temelinden sarsan yeni bir kusurlu davranış meydana gelirse, bu yeni davranış boşanma davasında pekâlâ kusur olarak ileri sürülebilir. Birçok kararda bu husus şu ifadeyle vurgulanmıştır: Tarafların bir araya gelmesinden sonra ise tarafların boşanmayı gerektirir herhangi bir kusurlu davranışı kanıtlanamamıştır. (Yargıtay 2. HD, 2016/16616 E., 2018/5060 K.) Bu ifade, “eğer kanıtlansaydı durum farklı olurdu” imasını taşımaktadır. Dolayısıyla, davada belirleyici olan, affedilen olaylardan sonra taraflara yüklenebilecek yeni ve ispatlanmış bir kusurun olup olmadığıdır.

5. Affın Kapsamı: Her Davranış Affedilir mi?

Yargıtay kararlarında fiziksel şiddet, sadakatsizlik, hakaret gibi ağır kusurlar dahi, sonrasında evlilik birliğinin devam etmesi halinde af kapsamında değerlendirilmiştir. Örneğin, sadakatsizlik vakasından dört yıl sonra açılan bir davada Yargıtay, “erkeğin kadına kusur olarak atfedilen vakıayı affettiği en azından hoşgörü ile karşıladığının kabulü gerektiği ve kadına kusur olarak yüklenemeyeceği” (Yargıtay 2. HD, 2020/3214 E., 2020/5462 K.) sonucuna varmıştır. Bununla birlikte, bir kararda (Yargıtay 2. HD, 2024/3464 E., 2025/538 K.) affedilen davranışların kusur olarak sayılmamasına rağmen, davalının diğer kusurlu davranışları nedeniyle “yine de tam kusurlu” kabul edilebildiği görülmektedir. Bu, affın yalnızca belirli olayları kapsadığını, diğer kusurların varlığını ortadan kaldırmadığını gösteren önemli bir ayrıntıdır.

Sonuç

Sunulan Yargıtay 2. Hukuk Dairesi kararlarının analizi sonucunda, “boşanma davasında daha önce affedilen davranışların kusur olarak ileri sürülemeyeceği” konusunda yerleşik ve güçlü bir içtihat bulunduğu net bir şekilde görülmektedir. Eşlerin barışarak evlilik birliğini devam ettirmeleri, daha önce açılan bir davadan feragat etmeleri veya kusurlu davranışa rağmen birlikte yaşamayı sürdürmeleri, hukuken “af” veya “hoşgörü” olarak kabul edilmekte ve bu olayların boşanma davasında kusur olarak değerlendirilmesini engellemektedir.

Bununla birlikte, bu kural mutlak değildir. Kuralın en önemli istisnası, affedilen olaylardan sonra evlilik birliğini temelinden sarsan yeni ve ispatlanmış kusurlu davranışların ortaya çıkmasıdır. Böyle bir durumda, bu yeni olaylar boşanma sebebi ve kusur belirlemesinde esas alınabilir. Sonuç olarak, her dava kendi özel koşulları içinde değerlendirilmeli; affın varlığı, kapsamı ve affedilen olaylardan sonra yeni kusurların işlenip işlenmediği dikkatlice incelenmelidir. Bir makale önerisi.

Neden Uzman Tuzla Avukat Desteği Gereklidir?

Boşanma süreci, yalnızca duygusal bir ayrılıkla sınırlı olmayıp, maddi ve hukuki açıdan da ciddi sonuçlar doğuran bir süreçtir. Özellikle kusur, nafaka, tazminat gibi önemli konularda doğru adımlar atılmadığında, geri dönüşü zor hak kayıpları yaşanabilir. Bu nedenle, boşanma davası sürecinde uzman bir avukat desteği almak, haklarınızı korumak açısından büyük önem taşır.

Tuzla avukat, Orhanlı avukat, Aydınlı avukat, Tepeören avukat, Gebze avukat, Çayırova avukat ve Şekerpınar avukat arayışında olan kişiler için, yerel hukuk bilgisi ve bölge adliyelerinde edinilmiş tecrübe kritik bir avantaj sağlar. Her mahkemenin işleyişi ve hakimlerin uygulamaları farklı olabileceğinden, bölgesel dinamikleri bilen ve aile hukuku alanında uzmanlaşmış bir avukatla çalışmak, sürecin sağlıklı yönetilmesini sağlar.

Affedilen Davranışlar ve Hukuki Strateji: Uzman Avukatın Rolü

Boşanma davasında daha önce affedilen ya da hoşgörü ile karşılanan davranışların kusur olarak ileri sürülemeyeceği, Yargıtay kararlarıyla netleşmiş bir ilkedir. Ancak bu kuralın uygulanması dava dosyasının içeriğine, delillere ve olayların zamanlamasına bağlı olarak farklılık gösterebilir. İşte bu noktada, bölgenizde faaliyet gösteren bir Tuzla boşanma avukatı veya Gebze aile hukuku avukatı, hukuki analiz yaparak en uygun stratejiyi belirleyebilir.

Read More

Anlaşmalı Boşanmada Maddi ve Manevi Tazminattan Feragat Geçerli midir?

Anlaşmalı Boşanmada  Maddi ve Manevi Tazminat Taleplerinden Feragat Geçerli Olur Mu? Bu yazı, anlaşmalı boşanma sürecinde tarafların maddi ve manevi tazminat taleplerinden vazgeçip geçemeyeceği, bu vazgeçmenin hukuki bağlayıcılığı ve feragat eden tarafın ileride aynı konuda dava açma hakkının bulunup bulunmadığı sorularını, sunulan çeşitli Yargıtay ve Bölge Adliye Mahkemesi kararları ışığında analiz etmektedir. İncelenen kararlar, bu konuda yerleşik bir içtihat bulunduğunu göstermekle birlikte, feragatin geçerliliği ve sonuçları açısından dikkat edilmesi gereken önemli detayları ve istisnai durumları da ortaya koymaktadır.

Yargıtay anlaşmalı boşanma sürecinde tarafların maddi ve manevi tazminat taleplerinden karşılıklı veya tek taraflı olarak vazgeçebileceği konusunda hemfikirdir. Bu hukuki işlem, Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nda (HMK) “feragat” olarak tanımlanmaktadır. Yargı kararlarında altı çizilen temel ilke, usulüne uygun yapılan bir feragatin taraflar için kesin ve bağlayıcı sonuçlar doğurmasıdır.

Yargıtay’ın istikrarlı uygulamasına göre feragat, tek taraflı bir irade beyanı olup geçerliliği karşı tarafın veya mahkemenin onayına bağlı değildir. En önemlisi, HMK’nın 311. maddesi uyarınca feragat, kesin hükmün hukuki sonuçlarını doğurur. Bu durum, birçok kararda şu ifadelerle vurgulanmıştır: “Feragat niteliğinde olup feragatten rücu mümkün değildir.” (Yargıtay 2. HD – 2009/20500) “Feragat, o iradenin açıklandığı anda kesin hükmün sonuçlarını doğurur.” (Yargıtay 2. HD – 2014/19891)

Bu ilkenin doğal sonucu olarak, anlaşmalı boşanma protokolünde veya dava sürecinde tazminat haklarından geçerli bir şekilde feragat eden bir taraf, bu kararından daha sonra dönemez ve aynı taleplerle yeni bir dava açamaz. Mahkemeler, yapılmış olan geçerli bir feragate rağmen açılan tazminat davalarını veya ileri sürülen talepleri reddetmekle yükümlüdür. Nitekim Yargıtay, feragat beyanına rağmen tazminata hükmedilmesini “usul ve yasaya aykırı” bularak bozma nedeni saymaktadır (Yargıtay 2. HD – 2011/7336, Yargıtay 2. HD – 2018/7462).

Anlaşmalı boşanmada Feragatin Geçerlilik Şartları ve İstisnaları

Ana kural feragatin kesin ve bağlayıcı olduğu yönünde olsa da, kararlar feragatin geçerliliği ve kapsamı açısından dikkat edilmesi gereken önemli hususları ortaya koymaktadır. Bu detaylar, feragatin bağlayıcılığını etkileyebilir ve bazı durumlarda tarafa yeniden dava açma hakkı tanıyabilir.

a) Feragat Beyanının Açıklığı ve Kesinliği: Feragatin bağlayıcı olabilmesi için irade beyanının hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde açık, net ve koşulsuz olması gerekir. Genel ve muğlak ifadeler, Yargıtay tarafından feragat olarak yorumlanmamaktadır.

Yargıtay 2. Hukuk Dairesi’nin bir kararında, davacının “hiç bir talebinin olmadığı” yönündeki genel beyanının feragat sayılmayacağı, “kadının bu beyanının feragat kabul edilebilmesi için hangi haktan vazgeçtiğinin açıkça belirtilmesi gerektiği” vurgulanmıştır (2018/2762-2019/801).

Benzer şekilde, bir başka kararda, feragat beyanının şarta bağlı olması veya belirsizlik içermesi durumunda “kayıtsız ve şartsız olma niteliğinden yoksun” kabul edileceği ve bu nedenle geçerli bir feragat olarak değerlendirilemeyeceği belirtilmiştir (Yargıtay 2. HD – 2022/11414).

b) Anlaşmalı Boşanmanın Çekişmeliye Dönmesi Durumu: Anlaşmalı boşanma protokolü kapsamında yapılan feragat beyanları, boşanmanın “anlaşmalı” olarak sonuçlanması koşuluna bağlıdır. Eğer taraflar duruşmada anlaşamaz ve dava çekişmeli boşanmaya dönerse, başlangıçta yapılan feragat beyanları geçerliliğini yitirir.

Yargıtay 2. Hukuk Dairesi bu durumu, “tarafların dava dilekçesindeki boşanmanın mali sonuçlarına ilişkin beyanları bu taleplerinden feragat olarak değerlendirilemez” şeklinde açıklamıştır (2011/2011-2011/22275). Bu durumda mahkemenin, tarafların kusur durumunu ve taleplerini yeniden değerlendirmesi gerekir.

c) Feragatin Kapsamı ve İrade Sakatlığı: Feragat, yalnızca açıkça vazgeçilen hakları kapsar. Örneğin, sadece maddi tazminattan feragat edilmesi, manevi tazminat hakkını ortadan kaldırmaz. Ayrıca, HMK uyarınca feragat kesin hüküm gibi sonuç doğursa da, bu durum mutlak değildir. Feragat beyanının hata, hile veya tehdit gibi iradeyi sakatlayan nedenlerle yapıldığı ispatlanırsa, feragatin iptali için dava açılabilir.

d) “Doğmamış Haktan Feragat Olmaz” İlkesi: Özellikle mal rejiminin tasfiyesine ilişkin alacaklar gibi, boşanma davası sonuçlanmadan ve hak tam olarak doğmadan yapılan genel feragat beyanlarının geçerliliği tartışmalıdır. Yargıtay, “doğmamış haktan feragat olmaz” ilkesini benimsemektedir. Bu ilke, boşanmanın fer’i niteliğindeki tazminatlardan (TMK md. 174) ziyade, mal rejiminden kaynaklanan alacaklar (katılma alacağı vb.) için daha sık gündeme gelmektedir.

Sonuç

Anlaşmalı boşanmada taraflar, boşanma protokolünde veya dava sırasındaki beyanlarıyla maddi ve manevi tazminat taleplerinden vazgeçebilirler. Vazgeçme Bağlayıcıdır. Usulüne uygun olarak, açık, net ve koşulsuz bir şekilde yapılan feragat beyanı, HMK uyarınca kesin hüküm gibi hukuki sonuç doğurur. Bu feragatten geri dönülemez ve tarafları bağlar. Geçerli bir feragat beyanında bulunan taraf, daha sonra aynı hukuki sebebe dayanarak tazminat talebiyle yeni bir dava açamaz. Mahkemeler bu tür davaları “feragat nedeniyle” reddedecektir. Ancak bu kuralın bağlayıcılığı; feragat iradesinin açık ve kesin olmasına, davanın anlaşmalı olarak sonuçlanmasına ve feragat beyanının irade sakatlığı hallerinden ari olmasına bağlıdır. Tarafların, anlaşmalı boşanma protokolü hazırlarken vazgeçtikleri hakların kapsamını net bir şekilde belirlemeleri, gelecekte ortaya çıkabilecek hukuki uyuşmazlıkları önlemek adına kritik öneme sahiptir. Bir makale önerisi.

Neden Uzman Tuzla Avukat Desteği Gerekli?

Anlaşmalı boşanma sürecinde maddi ve manevi tazminat gibi haklardan feragat etmek, telafisi güç sonuçlar doğurabilir. Bu nedenle tarafların, sürecin her aşamasında hak kaybına uğramamaları için hukuki destek alması son derece önemlidir.

Tuzla avukat, Pendik avukat, Kartal avukat, Maltepe avukat, Gebze avukat, Tepeören avukat, Orhanlı avukat, Aydınlı Avukat ve Çayırova avukat gibi bölgesel olarak aile hukuku ve özellikle kat mülkiyeti, boşanma ve tazminat alanında uzmanlaşmış hukukçulardan profesyonel destek alınması; protokolün doğru düzenlenmesi, geçerli feragatlerin tespiti ve olası uyuşmazlıkların önlenmesi açısından büyük avantaj sağlar.

Read More

Yoksulluk Nafakasının kaldırılması, azaltılması veya artırılması mümkün mü? Yargıtay Kararları Işığında Nafaka Değişiklik Davaları

Türk Medeni Kanunu uyarınca hükmedilen yoksulluk nafakası, boşanma nedeniyle yoksulluğa düşecek olan tarafa, diğer tarafın mali gücü oranında ödenen süresiz bir irattır. Ancak, bu nafaka mutlak ve değişmez bir nitelik taşımaz. Yoksulluk nafakasının kaldırılması, azaltılması veya kaldırılması mümkündür. Tarafların hayat koşullarında ve mali durumlarında zamanla meydana gelen değişiklikler, nafaka miktarının yeniden değerlendirilmesini gerektirebilir. Bu yazı, sunulan Yargıtay kararları ışığında, yoksulluk nafakasının kaldırılması, artırılması ve azaltılması davalarının hangi ilke ve koşullar altında değerlendirildiğini, Yargıtay’ın bu konudaki yerleşik içtihatlarını ve benimsediği temel yaklaşımları ayrı ayrı incelemektedir. Bu yazı, hem esasa ilişkin maddi hukuk kurallarını hem de davaların seyrini etkileyen usuli meseleleri ele alarak bütüncül bir bakış açısı sunmayı amaçlamaktadır.

a) Genel İlkeler

Yoksulluk Kavramının Geniş Yorumu: Yargıtay, yoksulluğu dar anlamda “hiç geliri olmamak” olarak tanımlamamaktadır. Yerleşik içtihatlara göre, “yeme, giyinme, barınma, sağlık, ulaşım, kültür (eğitim) gibi bireyin maddi varlığını geliştirmek için zorunlu ve gerekli görülen harcamaları karşılayacak düzeyde geliri olmayanları yoksul kabul etmek gerekir.” (Yargıtay HGK, 2017/455 E. – 2019/1084 K. sayılı karardan alıntılanmıştır).

Asgari Ücretin Tek Başına Belirleyici Olmaması: Nafaka alacaklısının asgari ücret veya biraz üzerinde bir gelir elde etmeye başlaması, tek başına yoksulluğun ortadan kalktığı ve nafakanın kaldırılması gerektiği anlamına gelmez. Bu durum, nafaka miktarının indirilmesinde bir etken olarak değerlendirilir, ancak nafaka hakkını tamamen ortadan kaldırmaz.

Değişen Koşullar ve Hakkaniyet İlkesi (TMK m. 176/4): Nafakanın artırılması veya azaltılması taleplerinin temel dayanağı, “tarafların mali durumlarının değişmesi veya hakkaniyetin gerektirdiği hallerdir”. Mahkemeler, bu değişikliklerin olağanüstü ve önemli olup olmadığını somut delillerle değerlendirir.

Sözleşmeye Bağlılık İlkesi: Özellikle anlaşmalı boşanma protokolü ile belirlenen nafakaların değiştirilmesi taleplerine Yargıtay temkinli yaklaşmaktadır. “Sözleşme ile kararlaştırılmış ve hakim tarafından onaylanmış olan iradın, yasada aranan şartlar gerçekleşmeden, tamamen kaldırılmasını ya da indirilmesini istemek hakkın kötüye kullanılması mahiyetini arz eder. (Yargıtay 2. H.D., 2021/1356 E. – 2021/3869 K. sayılı karardan alıntılanmıştır). Bu tür taleplerin kabulü için tarafların mali durumlarında öngörülemeyen, olağanüstü bir değişiklik yaşanması aranır.

Enflasyon Oranının (ÜFE/TÜFE) Rolü: Tarafların mali durumlarında olağanüstü bir değişiklik ispatlanamadığı durumlarda, nafaka artırım talepleri için standart ölçüt, paranın alım gücünü korumak amacıyla Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından açıklanan Üretici Fiyat Endeksi (ÜFE) artış oranıdır. Bu oranın üzerinde bir artış için haklı bir neden gösterilmelidir.

Usuli Meselelerin Önemi: Birçok dava, esasa girilmeden usuli nedenlerle reddedilmekte veya geri çevrilmektedir. Özellikle nafaka davalarında yıllık nafaka farkının kanuni temyiz sınırının altında kalması, vekaletname veya dosya eksiklikleri gibi nedenler, yargılamanın seyrini doğrudan etkilemektedir.

b) Yoksulluk Nafakasının Kaldırılması Davaları

Yoksulluk nafakasının kaldırılması, en köklü değişikliği ifade eder ve belirli şartların gerçekleşmesine bağlıdır. TMK m. 176/3’e göre nafaka; alacaklının yeniden evlenmesi veya taraflardan birinin ölümüyle kendiliğinden, alacaklının evli olmadan fiilen evliymiş gibi yaşaması, yoksulluğunun ortadan kalkması veya haysiyetsiz hayat sürmesi halinde ise mahkeme kararıyla kaldırılır.

Yoksulluğun Ortadan Kalkması: Yargıtay’ın en sık değerlendirdiği bu sebep için, nafaka alacaklısının elde ettiği gelirin, yukarıda tanımlanan temel yaşam giderlerini karşılayacak, onu yoksulluktan kurtaracak düzeyde, düzenli ve güvenceli olması gerekir. Geçici işlerde çalışmak veya sadece asgari ücret düzeyinde bir gelire sahip olmak, yoksulluğu ortadan kaldıran bir sebep olarak görülmemektedir.

İspat Külfeti ve “Çoğun İçinde Az da Vardır” İlkesi: Nafakanın kaldırılmasını talep eden taraf, dayandığı sebepleri (örneğin yoksulluğun ortadan kalktığını) somut delillerle ispatlamakla yükümlüdür. Eğer mahkeme, yoksulluğun tamamen ortadan kalkmadığına ancak alacaklının mali durumunda bir iyileşme olduğuna kanaat getirirse, “nafakanın kaldırılması istemi nafakanın indirilmesi istemini de kapsayacağından” (Yargıtay HGK, 2014/692 E. – 2016/125 K.) nafakanın tamamen kaldırılması talebini reddedip, hakkaniyete uygun bir indirim yapabilir.

c) Yoksulluk Nafakasının Artırılması Davaları

Bu davalar genellikle paranın alım gücündeki düşüş veya tarafların durumlarındaki değişiklikler nedeniyle açılır. Tarafların mali durumlarında olağanüstü bir değişiklik olmadığı sürece, Yargıtay’ın yerleşik uygulaması, nafakanın takdir edildiği tarihteki dengeyi korumak amacıyla ÜFE (bazı kararlarda TÜFE) oranında artırılması yönündedir. Yargıtay, bir değişiklik ispatlanmadığı halde bu oranın üzerinde yapılan artışları “yanılgılı değerlendirme” olarak kabul edip bozma sebebi saymaktadır (Yargıtay 3. H.D., 2016/17393 E. – 2017/6650 K.).

Olağanüstü Durum: ÜFE oranından daha yüksek bir artış talep ediliyorsa, nafaka alacaklısının ihtiyaçlarında (örneğin sağlık sorunları) ciddi bir artış olduğu veya nafaka yükümlüsünün gelirinde önemli bir iyileşme yaşandığı ispat edilmelidir. Mahkeme, bu iddiaları araştırarak hakkaniyete göre yeni bir denge kurar.

d) Yoksulluk Nafakasının Azaltılması Davaları

Azaltma talepleri, genellikle nafaka yükümlüsünün mali durumunun kötüleşmesi veya nafaka alacaklısının mali durumunun iyileşmesi gerekçelerine dayanır.

Nafaka Alacaklısının Gelir Elde Etmesi: Alacaklının çalışmaya başlayıp gelir elde etmesi, nafakanın azaltılması için en yaygın gerekçelerden biridir. Yargıtay, bu durumu yoksulluğun tamamen ortadan kalkması olarak değil, nafaka miktarının yeniden değerlendirilmesini gerektiren bir olgu olarak görür. Mahkeme, “TMK’nın 4.maddesinde vurgulan hakkaniyet ilkesi gereğince, nafakanın uygun bir miktarda indirilmesine karar vermek olmalıdır.” (Yargıtay 3. H.D., 2015/16107 E. – 2016/224 K.).

Nafaka Yükümlüsünün Mali Durumunun Kötüleşmesi: Yükümlünün işini kaybetmesi, gelirinde ispatlanabilir ve ciddi bir düşüş olması gibi durumlar da nafakanın indirilmesi için geçerli bir sebep olabilir.

Sözleşmeye Bağlılığın Önemi: Anlaşmalı boşanma protokolü ile kararlaştırılan nafakaların azaltılması taleplerinde Yargıtay daha katı bir tutum sergilemektedir. Davacının (yükümlünün), boşanma sonrası mali durumunda öngörülemez ve olağanüstü bir kötüleşme olduğunu ispatlayamaması durumunda, sırf döviz kurundaki artış veya genel ekonomik zorluklar gibi nedenlerle yaptığı azaltma talebi, “hakkın kötüye kullanılması” olarak değerlendirilerek reddedilebilmektedir (Yargıtay 2. H.D., 2021/6536 E. – 2021/6618 K.). Bir makale önerisi.

Sonuç

İncelenen Yargıtay kararları, yoksulluk nafakasıyla ilgili davaların statik olmadığını ve “hakkaniyet” ile “değişen koşullar” ilkeleri çerçevesinde dinamik bir değerlendirmeye tabi tutulduğunu göstermektedir. Yargıtay’ın yaklaşımı, nafakanın amacının alacaklıyı zenginleştirmek değil, boşanma nedeniyle düşülen yoksulluk durumunu telafi etmek olduğu yönündedir.

Bu çerçevede, nafakanın kaldırılması için yoksulluğun somut delillerle ispatlanmış bir şekilde sona ermesi gibi kesin koşullar aranırken; azaltılması talepleri, taraflar arasındaki ekonomik dengenin değişmesi durumunda hakkaniyeti yeniden sağlamak için bir araç olarak kullanılmaktadır. Artırılması taleplerinde ise temel ölçüt, olağanüstü bir durum yoksa, enflasyon karşısında nafakanın alım gücünü korumaktır. Tüm bu süreçlerde mahkemeler, hem tarafların iddialarını somut delillerle ispatlamasını beklemekte hem de her somut olayın kendi özgün koşulları içinde adil bir denge kurmayı hedeflemektedir. Bu nedenle, bu tür davalarda sonuç, büyük ölçüde sunulan delillere ve değişen koşulların niteliğine bağlıdır.

Neden İstanbul, Tuzla Avukat Desteği Gerekli?

Yoksulluk nafakasına ilişkin davalar, hem maddi hem de usule ilişkin karmaşık detaylar içermektedir. Her somut olay, farklı sosyoekonomik koşullara, anlaşmalara ve delillere dayandığından, yanlış strateji ya da eksik sunulan belge hak kaybına neden olabilir.

Bu nedenle, İstanbul Tuzla avukat, Pendik avukat, Kartal avukat, Maltepe avukat, Gebze avukat, Tepeören avukat, Orhanlı avukat ve Çayırova avukat gibi bölgesel düzeyde aile hukuku alanında uzman avukatlardan destek almak, nafaka taleplerinizin doğru biçimde yönlendirilmesi açısından büyük önem taşır.

Uzman bir avukat, nafaka davasının açılabilirliğini analiz eder, delilleri toplayarak sunar, ekonomik raporları değerlendirir ve gerekirse protokol hükümlerinin geçerliliğine itiraz eder. Böylece hem nafaka alacaklısı hem de yükümlü açısından adil bir sonuca ulaşılması sağlanabilir.

Read More

Toplu Yapılarda Aidat Toplama Yetkisi Kime Aittir? Toplu Yapı Yönetimine mi, Ada/Blok Yönetimine mi?

Giriş

Kat Mülkiyeti Kanunu (“KMK”) ile yönetim planları, apartman ve site yaşamında aidat toplama yetkisinin hangi yönetim birimine ait olduğunu belirleyen temel hukuki düzenlemeleri oluşturur. Ancak uygulamada sıkça karşılaşılan sorunlardan biri, aidat toplama yetkisinin toplu yapı yönetimine mi yoksa ada/blok/parsel yönetimlerine mi ait olduğuna ilişkin ortaya çıkan yetki ihtilaflarıdır. Bu bağlamda, Yargıtay kararları da söz konusu yetkinin belirlenmesinde hem KMK hükümlerini hem de yönetim planlarının bağlayıcılığını esas alır.

1. Sorun : Aidat Toplama Yetkisinde Yetki Karmaşası

Aidat toplama yetkisine ilişkin uyuşmazlıklar, genellikle yönetim planının yorumlanması ve KMK hükümleriyle olan ilişkisi bağlamında ortaya çıkmaktadır. Örneğin, Yargıtay 5. Hukuk Dairesi 2020/12058 E. sayılı kararında, aidat toplama yetkisinin “toplu yapı yönetiminde mi yoksa ada yönetiminde mi olduğu” yönünde çıkan ihtilafın çözümü talep edilmiştir. Kararda, davacı tarafın, aidat toplama yetkisinin münhasıran toplu yapı yönetimine ait olduğunun tespitini talep ettiği, davalı ada yönetiminin ise yetkisiz aidat topladığı ileri sürülmüştür. (Yarg. 5. HD, 2020/12058 E.)

Benzer bir şekilde Yargıtay 20. Hukuk Dairesi, 2017/2312 E. sayılı kararında, yönetim planı uyarınca belirli bir blok yönetiminin, başka bir bloktan aidat toplama yetkisi bulunmadığını ifade etmiş ve yetkinin yalnızca ilgili blok yönetiminde olduğuna hükmetmiştir (Yarg. 20. HD, 2017/2312 E.). Yine Yargıtay 18. Hukuk Dairesi 2015/2716 E. sayılı kararında, toplu yapı yönetiminin parsel maliklerinden aidat toplama yetkisine sahip olmadığı, bu yetkinin parsel yönetimlerine ait olduğu açıkça belirtilmiştir (Yarg. 18. HD, 2015/2716 E.).

2. Çözüm: Yetki Dağılımının Yönetim Planı ve KMK’ya Göre Tespiti

Aidat toplama yetkisinin tespitinde öncelikli olarak yönetim planı esas alınmalıdır. Zira yönetim planı, Kat Mülkiyeti rejiminde normlar hiyerarşisinde kanundan sonra gelen, bağlayıcı ve düzenleyici bir belgedir. Yönetim planı ile açıkça toplu yapı yönetimine yahut alt yönetim birimlerine (örneğin ada, blok ya da parsel yöneticisine) aidat toplama yetkisi verilmişse, bu düzenlemeye riayet edilmesi zorunludur.

Bu bağlamda Yargıtay 18. Hukuk Dairesi 2013/7471 E. sayılı kararında, aidat toplama işlemlerinde yönetim planına uygun hareket edilmesini ve bu planın kat maliklerinin haklarını gözeterek adil bir şekilde uygulanmasını gerektiğini ifade etmiştir (Yarg. 18. HD, 2013/7471 E.).

Sonuç

Aidat toplama yetkisine dair uyuşmazlıklarda çözüm, KMK hükümleri ve yönetim planının birlikte değerlendirilmesini gerektirir. Yetkinin hangi yönetim birimine ait olduğunun belirlenmesinde; Yönetim planında açık hüküm bulunup bulunmadığı, Yönetim planının KMK m. 28’e uygun şekilde değiştirilip değiştirilmediği, söz konusu yönetim biriminin, ilgili bağımsız bölüm maliklerini temsil etme niteliğine sahip olup olmadığı hususları belirleyici olmaktadır.

Yönetim planında bu yetkinin hangi birime verildiği açıkça belirlenmişse, bu plana aykırı aidat toplama girişimleri yetkisizlik teşkil eder. Öte yandan, planın belirsizliği veya eksikliği hâlinde, yargı mercileri aidat toplama yetkisinin niteliğini KMK hükümleri çerçevesinde yorumlayarak belirlemektedir.

Neden Uzman Avukat Görüşü Gerekli? | Tuzla Avukat

Aidat toplama yetkisine ilişkin uyuşmazlıklar, özellikle Tuzla, Pendik ve Kartal gibi çok bloklu yapılaşmanın yoğun olduğu bölgelerde sıkça ortaya çıkmaktadır. Yönetim planındaki eksiklikler, kanuna aykırı uygulamalar ve yetki karmaşaları, hak kaybına neden olabilecek ciddi sorunlardır.

Bu nedenle Yönetim planının hukuka uygunluğu, Aidat toplama yetkisinin kimde olduğu, Yetkisiz tahsilatın nasıl engelleneceği gibi konularda Tuzla’da kat mülkiyeti alanında uzman bir avukatın görüşü, doğru çözüm yollarını belirlemek açısından büyük önem taşır. Yerel uygulamalara ve mahkeme kararlarına hâkim uzman bir avukat, haklarınızı korumanıza yardımcı olur. Bu konuda bir makale önerisi.

Read More

Serbest Bölgede Faaliyet Ruhsatı Almanın ve Yer Kiralamanın Şartları ve Usulü

1. Giriş

Bu çalışma, Türkiye’deki serbest bölgelerde faaliyette bulunmak isteyen yerli ve yabancı yatırımcıların izlemesi gereken hukuki prosedürleri ele almaktadır. Çalışmanın temel amacı, 3218 sayılı Serbest Bölgeler Kanunu ve ilgili mevzuat çerçevesinde, “faaliyet ruhsatı” almanın ve bu faaliyetler için gerekli olan “işyeri temini (kiralama, irtifak hakkı vb.)” sürecinin şartlarını ve usulünü açıklamaktır. Serbest bölgeler, “ihracata yönelik yatırım ve üretimi teşvik etmek, doğrudan yabancı yatırımları ve teknoloji girişini hızlandırmak” gibi stratejik hedeflerle kurulmuş özel ekonomik alanlardır. Bu hedeflere ulaşmak için kurulan sistemin temel taşları olan ruhsatlandırma ve yer tahsisi, belirli bir idari sürece tabidir. Bu çalışma, söz konusu sürecin adımlarını, ilgili kurumları ve tarafların hak ve yükümlülüklerini ortaya koymaktadır.

2. Faaliyet Ruhsatı Alma Usulü

Faaliyet ruhsatı, bir yatırımcının serbest bölgedeki teşviklerden yararlanabilmesi ve yasal olarak faaliyette bulunabilmesi için zorunlu bir izin belgesidir. Süreç, çok aşamalı bir idari prosedürü içermektedir.

Başvuru Mercii ve Başvuru Sahipleri: Süreç, yatırımcının başvurusu ile başlar. Başvuru yapabilecek kişiler, kanunda açıkça belirtilmiştir: “yerli ya da yabancı gerçek ya da tüzel kişiler Ticaret Bakanlığından ruhsat almak kaydıyla serbest bölgelerde faaliyette bulunabileceklerdir”. Başvurunun ilk adresi ise ilgili bölgenin Serbest Bölge Müdürlüğü’dür.

Değerlendirme Süreci: Başvuru, tek bir merci tarafından sonuçlandırılmaz. Serbest Bölge Müdürlüğü, başvuruyu aldıktan sonra, “serbest bölge işleticisi ile bölge kurucu ve işleticisinin görüşünü aldıktan sonra, başvuruyu kendi görüşünü de ekleyerek Serbest Bölgeler Genel Müdürlüğüne gönderir”. Bu, sürecin yerel ve merkezi otoriteler arasında bir koordinasyon gerektirdiğini göstermektedir. Nihai karar mercii Ticaret Bakanlığı’na bağlı Serbest Bölgeler Genel Müdürlüğü’dür.

Başvurunun Sonuçlanması: Genel Müdürlük tarafından yapılan değerlendirme sonucunda iki ihtimal ortaya çıkar:

Reddedilme: “Başvuru uygun bulunmazsa bu durum başvurucuya yazılı olarak bildirilir ve başvuru ücreti iade edilir”.

Ön Kabul ve Yer Temini Şartı: “Başvuru uygun görülürse, bu durum başvurucuya yazılı olarak bildirilir ve kendisine faaliyetini sürdüreceği işyerinin teminine yönelik olarak yapılacak sözleşmenin bir örneği ile gerekli diğer belgeleri Genel Müdürlüğe iletmesi için otuz günlük süre verilir. Bu bulgu, faaliyet ruhsatının nihai olarak verilmesinin, yatırımcının bölgede bir işyeri temin ettiğini kanıtlaması şartına bağlı olduğunu net bir şekilde göstermektedir.

Nihai Ruhsatlandırma: Yatırımcı, verilen 30 günlük süre içinde kira sözleşmesi gibi belgeleri sunarsa, başvurucuya faaliyet ruhsatı verilir. Bu ruhsatı alan kişi, kanunen “kullanıcı” statüsünü kazanır. Süreye uyulmaması halinde ise “dosya işlemden kaldırılır ve başvuru ücreti irat olarak kaydedilir.

3. Serbest Bölgede Yer Kiralama ve Tahsis Şartları

Faaliyet ruhsatı sürecinin ayrılmaz bir parçası olan yer temini, yatırımcıya farklı seçenekler sunan esnek bir yapıya sahiptir. Yatırımcılar, faaliyet gösterecekleri işyerini farklı hukuki yöntemlerle temin edebilirler. En sık uygulanan yöntemler kiralama ve irtifak hakkı tesisidir.

Sözleşmelerin Onayı: Yatırımcının bölge işleticisi veya kurucu/işleticisi ile yaptığı kira veya satış sözleşmeleri de idari bir onaya tabidir. Serbest Bölge Müdürlüğü’nün görevleri arasında, “faaliyet ruhsatı müracaatı uygun görülen kişilerin yapmış olduğu kira ve satış sözleşmelerini onaylamak” da bulunmaktadır.

Bölge İşleticisinin Rolü: Özel sektör tarafından işletilen serbest bölgelerde (yap-işlet-devret veya işletme sözleşmesi modelleri), bölge işleticisi yer temininde kilit bir rol oynar. İşletici, “serbest bölge arazi, bina ve tesislerinin kiralanması veya sair suretle kullanıma verilmesi ile yıkım ve yeniden inşasına ilişkin usul ve esasları belirlemek ve uygulamak” yetkisine sahiptir. Kiralamaya ilişkin özel şartlar ve tarifeler, idare ile işletici arasında yapılan ana sözleşmede belirlenir.

4. Diğer Değerlendirmeler

Ruhsatın Hukuki Niteliği: Faaliyet ruhsatı, basit bir izin belgesinden öte, bir “şartlı ruhsat” veya “şartnameli ruhsat” niteliğindedir. Bu, ruhsatın sahibine belirli haklar (teşviklerden yararlanma vb.) tanımasının yanı sıra, uyması gereken yükümlülükler de getirdiği anlamına gelir. Hiçbir gerçek veya tüzelkişi faaliyet ruhsatı almaksızın serbest bölge teşviklerinden yararlanamaz. Bu, ruhsatın bölgedeki ekonomik faaliyetin anahtarı olduğunu gösterir.

İdari Sürecin Bütünlüğü: Faaliyet ruhsatı alma ve yer kiralama, birbirinden bağımsız düşünülemeyecek, birbirini şart koşan iki süreçtir. Yatırımcı, ruhsat başvurusunun ön onayını almadan anlamlı bir kira sözleşmesi yapamaz; aynı şekilde, onaylanmış bir kira sözleşmesi sunmadan da nihai ruhsatı alamaz. Bu yapı, bölgeye yalnızca ciddi ve faaliyete geçmeye hazır yatırımcıların girmesini sağlamayı amaçlayan bir kontrol mekanizmasıdır.

Esnek Tahsis Modelleri: Kanun koyucunun yatırımcılara kiralama, 49 yıla varan irtifak hakkı ve yap-işlet-devret gibi farklı modeller sunması, serbest bölgelerin yatırımcı dostu bir yapıya sahip olduğunu göstermektedir. Bu esneklik, farklı sermaye ve proje büyüklüklerine sahip yerli ve yabancı yatırımcıları çekmeyi hedeflemektedir.

Devletin ve Özel Sektörün Rol Dağılımı: Serbest bölgelerin kuruluş ve işletilmesinde farklı modellerin (devlet tarafından, özel sektör tarafından, yap-işlet-devret) uygulanmaktadır. Bu durum, yer kiralama sürecindeki muhatabın (doğrudan idare veya bölge işleticisi) ve kira şartlarının değişmesine neden olabilir. Ancak her durumda, nihai denetim ve onay yetkisi Serbest Bölgeler Genel Müdürlüğü ve Serbest Bölge Müdürlüğü gibi kamu otoritelerindedir.

Neden Uzman Avukat Görüşü Gerekli?

Serbest bölgede faaliyet ruhsatı almak ve yer kiralamak, basit bir kira sözleşmesi süreci değildir. Hem ruhsatlandırma hem de yer tahsisi aşamaları, idari usuller, süreli başvurular, kamu-özel sektör işbirliği sözleşmeleri gibi teknik konuları içerdiğinden, bu işlemler mutlaka deneyimli bir hukukçu gözetiminde yürütülmelidir. Yanlış ya da eksik yapılan başvurular, yatırımın reddedilmesine veya ciddi gecikmelere yol açabilir. Özellikle Tuzla, Pendik, Kartal, Maltepe, Gebze, Tepeören, Orhanlı ve Çayırova gibi sanayi ve ticaretin yoğun olduğu bölgelerde serbest bölge yatırımı planlayan kişi ve kurumların, serbest bölge ve yatırım hukuku konusunda uzman bir Tuzla avukatından profesyonel danışmanlık alması hak ve menfaat kaybını önlemek açısından kritik öneme sahiptir.

Read More