Kesinleşmiş bir mahkeme kararının gereğinin yerine getirilmemesi mahkemeye başvuru hakkını ihlal eder.

Kesinleşmiş bir mahkeme kararının gereğinin yerine getirilmemesi mahkemeye başvuru hakkını ihlal eder. Mahkemeye başvuru hakkı, nihai ve bağlayıcı hale gelmiş yargısal kararların yerine getirilmesini de kapsar. Çünkü nihai ve bağlayıcı bir yargı kararının gereğinin yerine getirilmesi zorunluluğu Sözleşme’nin 6/1. fıkrasında değinilen “yargılamanın” bütünleyici ve ayrılmaz bir parçasıdır. AİHM’e göre, mahkemeye başvuru hakkının, sadece bir mahkemeye erişim ve yargılamanın yürütülmesi ile ilgili olarak yorumlanması ve yargılama sonucu verilen kararın uygulanmasının kapsam dışı tutulması, Sözleşmeci Devletlerin Sözleşmeyi onaylarken saygı göstermeyi ve uymayı taahhüt ettikleri hukukun üstünlüğü ilkesiyle bağdaşmayan durumlara yol açması muhtemeldir. Bu doğrultuda kişinin medeni hakları açısından sonucu belirleyici olan bir davada verilen nihai kararın, o kişinin aleyhine olacak şekilde yerine getirilmemesi, Sözleşme’nin 6/1. fıkrasında korunan “mahkemeye başvuru hakkını” işlevsiz hale dönüştürmektedir. Dahası nihai mahkeme kararının yerine getirilmesi zorunluluğu, mahkemeye başvuru hakkının sadece soyut ve teorik planda değil aynı zamanda pratikte de etkili kılmanın açık bir göstergesini oluşturmaktadır. Dolayısıyla Sözleşme’nin 6/1. fıkrası, mahkemeden alınan kararın yerine getirilmesine yönelik meşru bir beklentiyi net olarak korumaktadır.  (Hornsby/Yunanistan, 1997, 38-42; Bourdov /Rusya, 2002, pr.33-38; Kravchenko/Rusya, 2009; Marini/Arnavutluk, 2007, pr.22; Apostol/Gürcistan, 2007, pr.54. )

Devlet, kendi aleyhine verilen kararın gereğinin yerine getirilmesi için lehine karar verilen kişiye ekstra külfetler yükleyemez. Yine devlet kendi kurumları aleyhine verilen kesinleşmiş bir mahkeme kararındaki borcunu ifa etmemek için ekonomik güçsüzlüğünü veya diğer kaynak yokluğunu mazeret olarak ileri süremez. Yani devlet mali imkansızlığa veya kaynak yetersizliğine dayanamaz. Böyle bir mazeret kaçınılmaz olarak mahkemeye başvuru hakkını ihlal eder. (Immobiliare Saffi / İtalya [BD], 1999, pr.74; Bourdov /Rusya, 2002, pr.35)

Read More

667 sayılı KHK’nın 9.  ve 668 sayılı KHK’nın 37. maddeleri ile hakim-savcılara dokunulmazlık zırhı getirilmesinin, silahlarda eşitlik ilkesine aykırılık açısından değerlendirilmesi

Dr. Mehmet GÜNAY

Silahlarda eşitlik ilkesinin ihlalinin önemli bir görünüş şekli, ceza davası sürecinde yapılan yasal değişikliklerle ilgilidir. Zira suç isnadıyla başlatılan soruşturmalarda ve açılan ceza davalarında, geriye dönük olarak uygulanacak usulü yasal değişikliklerin yapılması silahların eşitliği ilkesine aykırılık oluşturabilir. Yapılan yasal değişiklikler, yargılama makamlarının lehine, sanık aleyhine sonuçlar doğuracak nitelikte olmalıdır. Örneğin, yargılama başladıktan sonra yargılamada görev alan savcı, hâkim gibi kişilerin hukuki, idari, mali ve cezai yönden tam sorumsuz olduklarına dair dokunulmazlık zırhı getiren bir yasal düzenlemenin yapılması, sanığı o yargılamada dezavantajlı bir duruma düşürecektir. Böyle bir durumda silahların eşitliğinden ve dolayısıyla hakkaniyete uygun bir yargılamadan bahsedilemez. Ancak yasal düzenlemenin yargılama başlamadan yapılması veya değişiklik için zorlayıcı bir kamu yararının mevcut olması ya da değişikliğin sanık için öngörülebilir olması durumlarında, silahların eşitliği ilkesinin ihlali söz konusu olmayabilecektir.

2016 yılı içerisinde ilan edilen OHAL kapsamında yürürlüğe giren 667 ve 668 sayılı OHAL KHK’larında silahların eşitliği ilkesine aykırılık teşkil edecek bazı hükümlere yer verilmiştir. Bu bağlamda, 667 sayılı OHAL KHK’nın 9. maddesinde “Bu kanun hükmünde kararname kapsamında karar alan ve görevleri yerine getiren kişilerin, bu görevleri nedeniyle hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluğu doğmaz” şeklinde ve 668 sayılı KHK’nın 37. maddesinde “…. kanun hükmünde kararnameler kapsamında karar alan ve görevleri yerine getiren kişilerin bu karar, görev ve fiilleri nedeniyle hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluğu doğmaz” şeklinde yargılama yapan hakimleri, iddia makamındaki savcıları da içine alacak şekilde hukuki, cezai, idari ve mali açıdan sorumsuzluk getirilmiştir. Bu maddelerde yargıçlara ve savcılara, darbe teşebbüsü ve terör suçları yargılamalarında bir dokunulmazlık zırhı verilmiştir. Başka bir ifadeyle OHAL’in konusu ile ilgili yargılamalarda, yargıç ve savcıların, görevleri süresince her türlü kusur, ihmal veya kasıtlı davranışları, hukuki, idari, mali ve özellikle cezai açıdan yaptırımsız kalmıştır. İsnat edilen suça ilişkin olayların meydana gelmesinden sonraki bir tarihte, yargıç ve savcıları da kapsayacak şekilde getirilen yasal dokunulmazlık zırhı ile, OHAL’e konu davalarda yargılanan sanıkların dezavantajlı bir duruma düşürüldüğü açıktır. Zira mutlak sorumsuzluk zırhı ile donatılan yargılama makamları karşısında sanığın konumunun iddia makamı ile eşit şartlarda olduğu söylenemez. Kaldı ki, mutlak sorumsuzluk zırhı bulunan yargıç ve savcıların, objektif tarafsızlığı konusunda da sanıkta kaygı oluşturmaması ve bu kaygı-korkunun üçüncü kişiler açısından objektif olarak haklı görülmemesi düşünülemez. Dahası mutlak sorumsuzluk zırhına sahip bir yargıçtan, adil bir yargılama beklenmesi ve yargıcın objektif tarafsızlığı konusunda sanıkta güven uyandırması hayatın olağan akışına aykırıdır. Sanığın, silahlarda eşitlik ilkesi ve yargıçların objektif tarafsızlığı konusunda duyduğu endişe makul ve haklı olacaktır.

anahtar kelimeler : silahların eşitliği ilkesi, adil yargılanma hakkı, OHAL KHK’ları, 667 sayılı KHK madde 9, 668 sayılı KHK madde 37, hâkim savcı dokunulmazlığı, ceza yargılamasında eşitlik, mutlak sorumsuzluk, objektif tarafsızlık ilkesi, sanık hakları, geriye dönük yasal değişiklikler, hukuki sorumsuzluk yargı, KHK ile adil yargılanma ihlali, OHAL döneminde yargı bağımsızlığı

Read More

AİHM’e göre üçüncü kişilerden işkenceyle elde edilen delillerin yargılamada kullanılması, “adaletin açıkça tanınmaması” veya “adaletin reddi/inkarı” anlamına gelir.

Sözleşme’nin 3. maddesinin ihlali suretiyle elde edilen ve yargılamada sanık aleyhine kullanılan deliller, sanık dışında üçüncü bir kişiden elde edilmiş olabilir. Kuşkusuz bu şekilde üçüncü kişiden, 3. maddenin ihlali yoluyla elde edilen hukuka aykırı delillerin sanık aleyhine kullanılmasının yargılamayı adil olmaktan çıkarıp çıkarmayacağı, çözülmesi gereken önemli bir sonundur. AİHM, bu tür durumlarda 3. maddeye aykırı olarak elde edilen delilin yargılamada kullanılamayacağına ilişkin katı yaklaşımını değiştirmemiştir. Zira AİHM, özellikle üçüncü kişiden işkenceyle elde edilen delilin yargılamada kullanılmasının, “adaletin açıkça tanınmaması” veya “adaletin reddi/inkarı” anlamına geleceğine karar vermiştir. Görüldüğü üzere AİHM’in bu kabulü yalnızca 3. maddeye aykırı muamelenin mağdurunun asıl davalı olduğu durumlarda değil, aynı zamanda üçüncü şahıslar söz konusu olduğunda da geçerlidir. (El Haski/Belçika, 2012, pr.85; Othman (Abu Qatada)/Birleşik Krallık, 2012, pr.263 ve 267; Kaçiu ve Kotorri /Arnavutluk, 2013, pr.128) Örneğin, sanık dışında bir tanıktan veya müşterek başka bir sanıktan işkence veya insanlık dışı muamele yoluyla elde edilen belge veya beyan delillerinin sanık aleyhine kullanılması durumunda, hakkaniyete uygun yargılanma hakkı ihlal edilmiş olacaktır.

Read More

Adil yargılanma hakkının ihlali, bireysel başvuru yoluyla ileri sürülebilmesi için yargılamasının sona ermiş olması şart mıdır? İstisnası var mıdır?

Kural olarak, suç isnadı altında bulunan veya medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlığın tarafı bir kişinin AİHM veya AYM nezdinde bireysel başvuru yoluyla adil yargılanma hakkının düzenlendiği Sözleşme’nin 6. maddesi korumasından faydalanabilmesi için yargılamasının sona ermiş olması ve yargılama sonucunda verilen kararın kesinleşmiş olması gerekir. Yargılamanın devam ediyor olması halinde ilgili kişinin mağdur sıfatıyla bireyse başvurusunun kabulü söz konusu olmayacaktır.

 Uyuşmazlığın esası hakkın karar verilmiş olması şartının temel mantığı, ulusal devlete bahse konu ihlali telafi etme imkanının tanınmasıdır. Çünkü AİHM, 6. maddenin ihlal edilip edilmediğini incelerken ulusal hukuk düzeyinde yargılamanın bütününü dikkate almaktadır. Zira yargılamanın belli bir aşamasında ihmal edilen bir hususun, sonraki aşamalarda telafi edilme ihtimali her zaman imkân dahilindedir. 

Yargılamanın sona ermiş olması şartı bünyesinde üç istisna barındırmaktadır.

 Birinci istisna makul sürede yargılanma hakkının ihlali şikayetidir. Makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğini kişi, davanın nihai kararla sonuçlanmasını beklemeden AİHM veya AYM nezdinde bireysel başvuruda bulunabilecektir. Çünkü burada devam eden bir ihlal söz konusudur. Dahası AİHM, devam eden makul süre aşımı şikayetleri için, başvuru tarihinde iç hukuk yollarının tüketilmiş olmasını aramamaktadır. (Neumeister/Avusturya, 1968, pr.17-20) Böyle bir istisnanın varlığı, daha çok makul sürede yargılanma hakkı ihlalinin, nihai kararın türü ve niteliği ile bağlantılı olmamasıyla ilgilidir. Zira nihai karar, makul süre şikayetinde bulunan tarafın lehinde de olsa, bu hakkın ihlalini engellemeyecektir. Hatta devlet, makul süre aşımına konu dava normal süresinde bitirilmiş de olsaydı sonucun değişmeyeceğini ileri sürerek sorumluluktan kurtulamayacaktır. Davadan aynı kararın çıkacağı savunması devlet açısından haklı bir gerekçe olarak kabul edilemeyecektir. (H./Birleşik Krallık, 1987, pr.81)

İkinci istisna mahkemeye başvuru hakkının ihlali şikayetidir. Zira mahkemeye başvuru hakkının ihlali özünde bir yargılamanın engellenmesini içerir. Henüz başlamayan bir yargılamanın doğal olarak sonuçlanması da imkân dahilinde olmayacaktır. 

Üçüncü istisna ise masumiyet karinesinin ihlali şikayetine ilişkindir. Masumiyet karinesi ihlali şikayetlerinde de uyuşmazlığın esası hakkında bir karar verilmesi zorunlu bir unsur değildir.

Read More