Mahkemeye başvuru hakkı, mahkeme kararlarının gereğinin yerine getirilmesini de kapsar. Kesinleşmiş bir mahkeme kararının gereğinin yerine getirilmemesi mahkemeye başvuru hakkını ihlal eder.
Mahkemeye başvuru hakkı, nihai ve bağlayıcı hale gelmiş yargısal kararların yerine getirilmesini de kapsar. Çünkü nihai ve bağlayıcı bir yargı kararının gereğinin yerine getirilmesi zorunluluğu Sözleşme’nin 6/1. fıkrasında değinilen “yargılamanın” bütünleyici ve ayrılmaz bir parçasıdır. AİHM’e göre, mahkemeye başvuru hakkının, sadece bir mahkemeye erişim ve yargılamanın yürütülmesi ile ilgili olarak yorumlanması ve yargılama sonucu verilen kararın uygulanmasının kapsam dışı tutulması, Sözleşmeci Devletlerin Sözleşmeyi onaylarken saygı göstermeyi ve uymayı taahhüt ettikleri hukukun üstünlüğü ilkesiyle bağdaşmayan durumlara yol açması muhtemeldir. Bu doğrultuda kişinin medeni hakları açısından sonucu belirleyici olan bir davada verilen nihai kararın, o kişinin aleyhine olacak şekilde yerine getirilmemesi, Sözleşme’nin 6/1. fıkrasında korunan “mahkemeye başvuru hakkını” işlevsiz hale dönüştürmektedir. Dahası nihai mahkeme kararının yerine getirilmesi zorunluluğu, mahkemeye başvuru hakkının sadece soyut ve teorik planda değil aynı zamanda pratikte de etkili kılmanın açık bir göstergesini oluşturmaktadır. Dolayısıyla Sözleşme’nin 6/1. fıkrası, mahkemeden alınan kararın yerine getirilmesine yönelik meşru bir beklentiyi net olarak korumaktadır. (Hornsby/Yunanistan, 1997, 38-42; Bourdov /Rusya, 2002, pr.33-38; Kravchenko/Rusya, 2009; Marini/Arnavutluk, 2007, pr.22; Apostol/Gürcistan, 2007, pr.54. )
Devlet, kendi aleyhine verilen kararın gereğinin yerine getirilmesi için lehine karar verilen kişiye ekstra külfetler yükleyemez. Yine devlet kendi kurumları aleyhine verilen kesinleşmiş bir mahkeme kararındaki borcunu ifa etmemek için ekonomik güçsüzlüğünü veya diğer kaynak yokluğunu mazeret olarak ileri süremez. Yani devlet mali imkansızlığa veya kaynak yetersizliğine dayanamaz. Böyle bir mazeret kaçınılmaz olarak mahkemeye başvuru hakkını ihlal eder. (Immobiliare Saffi / İtalya [BD], 1999, pr.74; Bourdov /Rusya, 2002, pr.35) Adil yarıglanma hakkında kitap önerisi.
Neden Uzman Avukat Desteği Gerekli?
Mahkemeye başvuru hakkı, sadece dava açmakla sınırlı olmayıp, nihai ve bağlayıcı mahkeme kararlarının uygulanmasını da kapsar. Aksi takdirde, kişinin medeni haklarını doğrudan etkileyen bir kararın yerine getirilmemesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 6/1. maddesi kapsamında korunan “mahkemeye başvuru hakkını” ihlal eder. Hornsby/Yunanistan (1997), Bourdov/Rusya (2002) ve diğer AİHM kararları, bu hakkın pratikte etkin olmasının önemini ortaya koymaktadır.
Devlet, kendi aleyhine verilen kararın uygulanmasını geciktirmek için ekonomik güçsüzlük veya kaynak yetersizliği gibi mazeretler ileri süremez; böyle bir durum doğrudan mahkemeye başvuru hakkının ihlali anlamına gelir (Immobiliare Saffi/İtalya, 1999; Bourdov/Rusya, 2002).
İşte bu nedenle, İstanbul ve Tuzla’da bireysel başvuru yapmak isteyenlerin, Anayasa Mahkemesi (AYM) ve AİHM süreçlerinde deneyimli uzman avukatlardan destek alması büyük önem taşır. Uzman avukatlar, başvuru süreçlerini doğru ve zamanında yönetir, mahkeme kararlarının uygulanmasını takip eder ve müvekkilin haklarının etkin bir şekilde korunmasını sağlar. Böylece bireysel başvuru hakları hem teorik hem de pratik düzeyde güvence altına alınmış olur.
Bu çalışma, gemi adamının taahhütlü (belirli süreli) bir hizmet sözleşmesi kapsamında, ambargo gibi kendi kontrolü dışındaki bir nedenle işe başlayamaması veya işi bırakması halinde, sözleşme süresince hak edeceği maaşları talep etme hakkının olup olmadığını yargı kararları ışığında analiz etmektedir. Ayrıca, Deniz İş Kanunu ve ilgili mevzuat çerçevesinde gemi adamlarına tanınan özel ve istisnai haklar da incelenmiştir. Analiz, sözleşmeyi fesheden taraf, feshin gerekçesi ve gemi adamının kusur durumu gibi faktörlerin sonuca etkisini ortaya koymaktadır.
Sözleşmeyi Fesheden Taraf Belirleyicidir: Yargı kararlarına göre, bakiye süre ücreti talebinde en önemli faktör, sözleşmeyi kimin feshettiğidir. Gemi adamının kendisi sözleşmeyi feshettiğinde, kural olarak bakiye süre ücreti talep edememektedir. İşverenin haksız feshi durumunda ise bu talep genellikle kabul edilmektedir.
Kusur Durumu Hak Talebini Engeller: Gemi adamının, geminin sefere çıkmasını engelleyen veya alıkonulmasına neden olan olayda kusurlu bulunması halinde, bu durumdan kaynaklanan ücret ve tazminat talepleri reddedilmektedir. Yargıtay, “hukukta hiç kimse kendisinin kusuruyla ortaya çıkan bir durumdan dolayı kendi lehine hak talep edemez” ilkesini benimsemektedir.
Ambargo Gibi Dış Etkenlerde “Hak ve Nesafet” Uygulaması: Geminin limanda alıkonulması gibi ambargo benzeri durumlarda, gemi adamının kusuru olmaksızın çalışamadığı dönem için bakiye süre ücreti talebi mahkemelerce değerlendirilmektedir. Bu gibi durumlarda Yargıtay’ın, tam ücret yerine “hak ve nesafet kuralları” çerçevesinde bir miktar indirime giderek ödeme yapılmasına karar verdiği görülmüştür.
Uygulanacak Hukukun Tespiti Önemlidir: Gemi adamının çalıştığı geminin Türk veya yabancı bayraklı olması, uyuşmazlığa uygulanacak kanunu (854 sayılı Deniz İş Kanunu veya 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu) ve görevli mahkemeyi (İş Mahkemesi veya Asliye Hukuk/Ticaret Mahkemesi) doğrudan etkilemektedir. Bu ayrım, hakların kapsamını ve talep usulünü değiştirmektedir.
Deniz İş Kanunu’nda Gemi Adamına Tanınan Özel Fesih Hakları: Deniz İş Kanunu, gemi adamına ücretinin ödenmemesi veya geminin 30 günden fazla sefere çıkamaması gibi durumlarda sözleşmeyi haklı nedenle feshetme ve kıdem tazminatı gibi belirli hakları talep etme imkânı tanıyan istisnai düzenlemeler içermektedir.
1. Sözleşmenin Feshi ve Bakiye Süre Ücreti
İncelenen kararlardaki temel ilke, sözleşmeyi fesheden tarafın kimliğidir. Yargıtay 9. Hukuk Dairesi’nin 2025/94 sayılı kararında bu durum net bir şekilde ortaya konmuştur: “…iş sözleşmesinin davacı işçi tarafından feshedilmesi karşısında davacının 6098 sayılı Kanun’un 438. madde kapsamındaki bakiye süre ücreti tutarında tazminat ve haksız fesih tazminatı taleplerinin reddine karar verilmesi gerekirken…” Bu karar, gemi adamının sözleşmeyi kendisinin sonlandırması halinde, kalan süreye ilişkin ücret talep edemeyeceğini açıkça belirtmektedir. Buna karşılık, işverenin sözleşmeyi süresinden önce haksız olarak feshettiği durumlarda, gemi adamının bakiye süre ücretine hak kazandığına dair çok sayıda karar bulunmaktadır (örn: İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 13. Hukuk Dairesi, 2019/1901 E. – 2021/1286 K.).
2. Ambargo Benzeri Durumlar ve Kusurun Etkisi
Kullanıcının sorusuna en yakın senaryo, geminin sefere çıkmasının engellendiği durumlardır. Bu noktada iki önemli karar öne çıkmaktadır:
İstanbul 17. Asliye Ticaret Mahkemesi’nin 2015/53 E. – 2019/132 K. sayılı kararı, geminin deniz kirliliği nedeniyle ABD’de alıkonulmasını ele almıştır. Mahkeme, bu olayın meydana gelmesinde gemi adamının kusurlu olduğuna hükmetmiş ve bu nedenle ücret talebini reddetmiştir. Karardaki şu ifade, mahkemelerin bakış açısını özetlemektedir:”…hukukta hiç kimse kendisinin kusuruyla ortaya çıkan bir durumdan dolayı kendi lehine hak talep edemeyeceğinden davacının kendi kusuru ile meydana gelen deniz kirliliği olayının sonuçlarına bağlı olarak herhangi bir talepte bulunamayacağı kanaatine varıldığından, bu kanaat ışığında davanın reddi yönünde hüküm kurmak gerekmiştir.”
Yargıtay 11. Hukuk Dairesi’nin 2012/3064 E. – 2013/3367 K. sayılı kararı ise geminin limanda el konularak sefere çıkmasının engellenmesi durumunda, gemi adamının kusuru olmaksızın çalışamadığı döneme ilişkin bakiye ücret talebini incelemiştir. Yargıtay, bu durumda bakiye ücretin tamamının değil, “hak ve nesafet kuralları göz önüne alınarak” indirimli bir tutarın ödenmesine karar vermiştir.
Bu iki karar birlikte değerlendirildiğinde, ambargo gibi dışsal bir nedenle gemi adamının çalışamaması durumunda; eğer olayda gemi adamının bir kusuru yoksa, hakkaniyet ölçüsünde bir bakiye süre ücreti talep etme ihtimalinin bulunduğu, ancak kusurlu ise hiçbir hak talep edemeyeceği anlaşılmaktadır.
3. Gemi Adamlarına Tanınan Diğer İstisnai Haklar
Yargı kararları, 854 sayılı Deniz İş Kanunu’nun gemi adamlarına bazı özel korumalar sağladığını göstermektedir. Bunlardan bazıları şunlardır:
Ücretin Ödenmemesi Halinde Fesih Hakkı: Ücretin kanun veya sözleşme hükümlerine göre ödenmemesi, gemi adamına sözleşmeyi derhal feshetme hakkı tanır (Deniz İş Kanunu md. 14/II-a). Bu durumda gemi adamı kıdem tazminatına da hak kazanabilir (Yargıtay 9. Hukuk Dairesi, 2016/20894 E. – 2020/8119 K.).
Geminin Seferden Kaldırılması: Geminin herhangi bir nedenle 30 günden fazla sefere çıkamaz hale gelmesi, hem işverene hem de gemi adamına sözleşmeyi feshetme hakkı verir (Deniz İş Kanunu md. 14/III-b). Bu hüküm, uzun süreli bir ambargo durumunda gemi adamının sözleşmeyi sonlandırması için yasal bir zemin oluşturabilir.
Gemi Alacağı Hakkı: Gemi adamlarının ücret ve diğer alacakları, kanun gereği “gemi alacağı” sayılır ve bu alacaklar gemi üzerinde kanuni bir rehin hakkı doğurur. Bu durum, gemi adamının alacaklarını diğer alacaklılara göre öncelikli olarak tahsil etmesini sağlayan önemli bir güvencedir (İzmir Bölge Adliye Mahkemesi 17. Hukuk Dairesi, 2022/1124 E. – 2022/1155 K.).
Sonuç
Mevcut yargı kararları ışığında, bir gemi adamının ambargo nedeniyle taahhütlü sözleşmesi başlamadan işten ayrılması durumunda, sözleşme süresince maaşlarını (bakiye süre ücreti) talep etmesi oldukça zordur. Zira kural olarak, sözleşmeyi kendisi fesheden işçi bakiye süre ücretine hak kazanamamaktadır.
Ancak bu durumun istisnaları mevcuttur. Eğer ambargo durumu, işverenin bir eylemi veya ihmali sonucu ortaya çıkmışsa ya da işveren bu süreçte gemi adamına karşı yükümlülüklerini (örneğin işe başlatma) yerine getiremiyorsa, gemi adamının durumu “işverenin temerrüdü” veya “haklı nedenle fesih” olarak değerlendirilebilir. Gemi adamının olayda hiçbir kusurunun bulunmadığı ve geminin sefere çıkmasının imkansız hale geldiği durumlarda, Yargıtay’ın “hak ve nesafet” ilkesi uyarınca kısmi bir ödemeye hükmetme olasılığı bulunmaktadır.
Sonuç olarak, böyle bir talepte bulunacak bir gemi adamının davasının başarısı; ambargonun nedenlerini, gemi adamının olaydaki kusur durumunu, sözleşmenin işveren tarafından fiilen imkansız hale getirilip getirilmediğini ve uygulanacak hukukun (Deniz İş Kanunu veya Borçlar Kanunu) hükümlerini detaylı bir şekilde ispatlamasına bağlı olacaktır. Bir yazı önerisi.
Neden Uzman Avukat Desteği Gerekli?
Gemi adamlarının taahhütlü hizmet sözleşmeleri, Deniz İş Kanunu ve Türk Borçlar Kanunu çerçevesinde özel düzenlemelere tabidir. Ambargo, sefer iptali veya işverenin yükümlülüklerini yerine getirmemesi gibi durumlarda doğacak hakların korunması teknik bilgi ve deneyim gerektirir. Özellikle bakiye süre ücreti, kıdem tazminatı, gemi alacağı ve gemi üzerinde kanuni rehin hakkı gibi konularda hukuki süreçler karmaşık olabilir. Bu nedenle İstanbul, Tuzla, Pendik, Maltepe, Tepeören, Gebze ve Çayırova gibi bölgelerde yaşayan kişilerin alanında uzman bir avukatile çalışması büyük önem taşır. Avukat desteği; dava dilekçelerinin hazırlanması, delillerin toplanması, icra işlemleri ve tazminat taleplerinin takibinde hak kayıplarını önler. Profesyonel avukat desteği, hem iş hukuku hem de deniz hukuku kapsamındaki uyuşmazlıkların doğru yönetilmesini sağlar.
Bu çalışma, “Çarpıp kaçan araç ne yapılmalı?” sorusuna yanıt bulmak amacıyla, çeşitli ilk derece mahkemesi, bölge adliye mahkemesi ve Yargıtay kararlarının analiziyle hazırlanmıştır. Çalışma, çarpıp kaçma eyleminin hukuki sonuçlarını, mağdurun haklarını, failin tespiti süreçlerini, kusur durumunu ve sigorta hukukuna ilişkin önemli noktaları incelemektedir. Analiz edilen kararlar, olayın hem mağdur hem de fail açısından hukuki boyutlarını ve yargı pratiğindeki yansımalarını ortaya koymaktadır.
İncelenen yargı kararlarından elde edilen temel bulgular şunlardır:
Olay Yerini Terk Etme Yükümlülüğü ve Sonuçları: Karayolları Trafik Kanunu (KTK) uyarınca sürücülerin, özellikle yaralanmalı ve ölümlü kazalarda, yetkililerden izin almadan olay yerinden ayrılması yasaktır. İstanbul 13. Asliye Ticaret Mahkemesi kararında bu durum, “…sayılı karayollan trafik kanunun 81/3 ‘yaralamalı ve ölümlü kazalarda zabıtadan İzin alınmadan olay yerinden ayrılmak’ yasaktır” şeklinde vurgulanmıştır. Bu yükümlülüğün ihlali, sürücünün hukuki ve cezai sorumluluğunu ağırlaştıran bir faktör olarak kabul edilmektedir.
Sigorta Şirketinin Rücu Hakkı: Çarpıp kaçma eylemi, sigorta hukuku açısından önemli sonuçlar doğurmaktadır. Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası (ZMSS) Genel Şartları uyarınca, bedeni hasara neden olan kazalarda sürücünün zorunlu haller (tedavi, can güvenliği vb.) dışında olay yerini terk etmesi, sigorta şirketine, mağdura ödediği tazminatı kendi sigortalısına (kaçan sürücüye/araç sahibine) rücu etme (geri isteme) hakkı tanımaktadır. Bu husus, Sakarya Bölge Adliye Mahkemesi (2023/1418) ve İstanbul 3. Asliye Ticaret Mahkemesi (2023/512) kararlarında açıkça belirtilmiştir.
Failin Tespit Edilememesi Durumu (Güvence Hesabı): Çarpan aracın veya sürücüsünün tespit edilemediği durumlarda, mağdurların hak kaybına uğramaması için Güvence Hesabı devreye girmektedir. Özellikle bedensel zararlarda (yaralanma, ölüm, maluliyet), mağdurlar tazminat taleplerini Güvence Hesabı’na yöneltebilirler. Gaziantep Bölge Adliye Mahkemesi kararında (2021/1325), plakası tespit edilemeyen aracın neden olduğu yaralanmalı kazada Güvence Hesabı’nın sorumlu olduğu belirtilmiştir.
1. Olay Anında Yapılması Gerekenler ve Delillerin Toplanması
Kararlar, çarpıp kaçma vakasıyla karşılaşan mağdurun veya tanıkların atması gereken adımların önemini göstermektedir.
Polise Bildirim: Olayın derhal polise (155) bildirilmesi ve kaza tespit tutanağı tutturulması esastır (İstanbul Anadolu 4. Asliye Ticaret Mahkemesi, 2017/300).
Delil Tespiti: Failin tespiti için her türlü delil kritik öneme sahiptir. Yargıtay 17. Hukuk Dairesi’nin 2009/10051 E. sayılı kararında, “…çarpan aracın çarpma neticesi … sayılı ön plakasını olay yerine düşürmüş olduğu, yerde bu araca ait kırık plastik parçalarının bulunduğu tespit edilmiştir” ifadesi, olay yerinde bırakılan fiziki delillerin (plaka, araç parçaları) failin tespitinde ne kadar etkili olduğunu göstermektedir.
Tanık Beyanları: Tanıkların ifadeleri, özellikle sürücünün teşhisi açısından hayati rol oynar. Yargıtay 12. Ceza Dairesi (2013/13951), tanıkların sanıkla yüzleştirilmesi gerektiğini belirterek eksik incelemeyle hüküm kurulamayacağını vurgulamıştır.
2. Sürücünün Sorumluluğu ve Olay Yerini Terk Etme Gerekçeleri
Sürücünün olay yerini terk etmesi, kural olarak ağır bir ihlaldir. Ancak bazı kararlarda sürücünün kaçma gerekçeleri tartışılmıştır.
Geçersiz Gerekçeler: Antalya 2. Asliye Ticaret Mahkemesi’nin 2019/59 E. sayılı kararında, sürücünün “kaza yerine toplanan insanların kendisine zarar verebilecekleri” yönündeki savunması, “somut hiçbir tehlikeye dayanılmamış olması sebebi ile” mahkemece yeterli bulunmamış ve sigortacının rücu talebi haklı görülmüştür. Bu, can güvenliğine yönelik tehlikenin soyut iddialarla değil, somut delillerle ispatlanması gerektiğini göstermektedir.
Geçerli Gerekçeler: ZMMS Genel Şartları’nda ve birçok kararda atıf yapıldığı üzere, “tedavi veya yardım amaçlı sağlık kuruluşuna gitme, can güvenliği nedeniyle uzaklaşma gibi zorunlu haller” olay yerini terk etmek için meşru sebep olarak kabul edilebilir. Ancak bu durumun ispat külfeti sürücüye aittir.
3. Sigorta Hukuku Açısından Değerlendirme
Rücu Hakkının Sınırları: Ankara 8. Asliye Ticaret Mahkemesi’nin 2021/743 E. sayılı kararı, rücu hakkına önemli bir perspektif getirmektedir. Kararda, “Davacının rücu nedeni olarak gösterdiği, sigortalı araç sürücüsünün olay yerini terk etmesi hali salt bu nedenle sigortacıya rücu hakkı bahşetmez” denilerek, rücu için sadece kaçma eyleminin yeterli olmayabileceği, sigortalının “kasıt” veya “ağır kusur” halinin de ispatlanması gerektiği belirtilmiştir. Bu, sigorta şirketlerinin rücu hakkını kullanırken daha detaylı bir ispat yükümlülüğü altında olabileceğini göstermektedir.
Maddi Hasar ve Bedeni Hasar Ayrımı: İstanbul 14. Asliye Ticaret Mahkemesi’nin (2021/432) kararına göre, sadece maddi hasarlı kazalarda olay yerini terk etmek, rizikonun teminat dışı kalmasına neden olmaz. Sigortacının rücu hakkı, esas olarak bedeni hasara neden olan kazalarda olay yerinin terk edilmesi durumunda gündeme gelmektedir.
Sonuç
Yargı kararları ışığında, çarpıp kaçan bir araçla karşılaşıldığında yapılması gerekenler ve sürecin hukuki sonuçları şu şekilde özetlenebilir:
Mağdur Açısından: Sakin kalmalı, derhal polisi aramalı, mümkünse kaçan aracın plakasını, modelini veya rengini not almalı, tanıkların iletişim bilgilerini temin etmeli ve olay yerindeki her türlü delili (düşen plaka, kamera kayıtları vb.) koruma altına almalıdır.
Hukuki Süreç: Olay yerinden kaçan sürücü, tespit edilmesi halinde neredeyse her zaman %100 kusurlu kabul edilir ve oluşan tüm maddi/manevi zararlardan şahsen sorumlu tutulur.
Sigorta Boyutu: Sürücünün tespit edilmesi durumunda, mağdurun zararı öncelikle failin trafik sigortasından karşılanır. Ancak sigorta şirketi, bedeni hasarlı kazalarda sürücünün kaçması nedeniyle ödediği tazminatı sigortalısına rücu etme hakkına sahiptir.
Failin Tespit Edilememesi: Eğer çarpan araç ve sürücüsü tüm çabalara rağmen tespit edilemezse, mağdurlar (özellikle bedensel zarara uğrayanlar) zararlarının tazmini için Güvence Hesabı’na başvurma hakkına sahiptir.
Sonuç olarak, bir trafik kazası sonrası olay yerinden kaçmak, sürücünün hukuki sorumluluğunu ortadan kaldırmayan, aksine kusurunu ikrar ettiği şeklinde yorumlanan ve hem cezai hem de hukuki sonuçları ağırlaştıran bir eylemdir. Yargı pratiği, bu eylemi gerçekleştiren sürücüler aleyhine oldukça net bir tutum sergilemektedir. Bir yazı önerisi.
Çarpıp kaçma vakaları, mağdurlar için hem maddi hem de manevi açıdan oldukça yıpratıcıdır. Ayrıca sürecin sigorta, ceza ve tazminat boyutu bulunduğundan, doğru adımların zamanında atılması büyük önem taşır.
Tuzla’da meydana gelen bir çarpıp kaçma olayında, mağdurun hak kaybı yaşamaması için alanında uzman bir avukattan profesyonel destek alması kritik öneme sahiptir. Çünkü:
Failin Tespiti: Kamera kayıtlarının toplanması, tanık beyanlarının alınması ve delillerin hukuka uygun şekilde sunulması avukat aracılığıyla daha etkin yürütülür.
Sigorta ve Tazminat Süreci: Failin tespit edilememesi halinde Güvence Hesabı’na başvuru, tespit edilmesi halinde ise sigorta şirketine karşı tazminat süreci avukat desteği olmadan mağdurun aleyhine sonuçlanabilir.
Rücu ve Kusur Tartışmaları: Sigorta şirketleri, rücu hakkını kullanarak sorumluluktan kaçmaya çalışabilir. Avukat, kusur oranı ve rücu gerekçelerinin doğru şekilde değerlendirilmesini sağlar.
Ceza Davaları: Olay yerini terk eden sürücü hakkında açılacak ceza soruşturma ve davalarında mağdurun haklarının korunması, avukat desteği ile mümkün olur.
Bu nedenle, İstanbul, Tuzla, Pendik, Kartal, Maltepe, Gebze, Aydınlı, Orhanlı, Tepeören, Darıca, Bayramoğlu veya Çayırova, Şekerpınar, Güzelyalı ve Akfırat avukat gibi bölgelerde çarpıp kaçma olayına karışan mağdurların Tuzla’da uzman bir avukata başvurmaları, hem hak kayıplarının önlenmesi hem de süreçlerin hızla ilerlemesi için gereklidir.
Bu çalışma, iş sözleşmesinin işveren tarafından haksız olarak feshedilmesi durumunda işçinin haklarını, özellikle kıdem ve ihbar tazminatı taleplerini, Yargıtay kararları ışığında analiz etmek amacıyla hazırlanmıştır. Çalışma, tazminatlara hak kazanma koşullarını, ispat yükümlülüğünü, feshin haklı ve haksız nedenlerini, dava sürecindeki usuli gereklilikleri ve dikkat edilmesi gereken diğer önemli hukuki detayları incelemektedir.
İncelenen Yargıtay kararları, işten haksız fesih durumunda kıdem ve ihbar tazminatı taleplerine ilişkin aşağıdaki temel bulguları ortaya koymaktadır:
Temel Hak: İş sözleşmesi işveren tarafından haklı bir neden olmaksızın feshedilen işçi, kural olarak kıdem ve ihbar tazminatına hak kazanır.
İspat Yükü: Feshin haklı bir nedene dayandığını veya tazminatların ödendiğini ispat yükü işverene aittir. İşçi ise fazla mesai gibi ek alacak iddialarını ispatla yükümlüdür.
Fesheden Taraf: Tazminat hakkını belirleyen en önemli unsur, sözleşmeyi kimin ve hangi nedenle feshettiğidir. İşçinin haklı bir nedenle (örneğin ücretinin ödenmemesi) feshi, kıdem tazminatına hak kazandırırken, ihbar tazminatına hak kazandırmaz. İşçinin haksız istifası ise her iki tazminat hakkını da ortadan kaldırır.
Usuli Kurallar: Dava sürecinde hak düşürücü süreler, zamanaşımı, dava dilekçesinde taleplerin doğru belirtilmesi (ıslah ile yeni talep eklenememesi) ve hukuki dinlenilme hakkı gibi usuli kurallar, davanın esası kadar önemlidir ve hak kayıplarına yol açabilir.
Haklı Nedenlerin Değerlendirilmesi: İşverenin fesih gerekçeleri (örneğin, işçinin doğruluk ve bağlılığa aykırı davranışları) mahkemece somut delillere göre değerlendirilir. Benzer şekilde, işçinin fesih gerekçeleri de kanunda sayılan haklı nedenler arasında olup olmadığına göre incelenir.
Hesaplama ve Hüküm: Tazminat ve alacak hesaplamalarının doğru yapılması, kararın gerekçesi ile hüküm fıkrası arasında çelişki bulunmaması ve taleplerin net bir şekilde karara bağlanması, Yargıtay tarafından aranan önemli unsurlardır.
1. Kıdem ve İhbar Tazminatına Hak Kazanma Koşulları
Yargıtay kararları, kıdem ve ihbar tazminatına hak kazanmanın temel koşulunun, iş sözleşmesinin işveren tarafından haksız bir şekilde feshedilmesi olduğunu istikrarlı bir şekilde vurgulamaktadır. Yargıtay 9. Hukuk Dairesi’nin bir kararında belirttiği gibi, “ortada haklı bir neden olmadığı halde işten çıkartıldığı anlaşılmakla davacının kıdem ve ihbar tazminatı almaya hak kazandığı” (2016/5794 E.) tespiti, bu ilkenin temelini oluşturur.
Ancak, fesheden tarafa ve feshin nedenine göre tazminat hakkı farklılaşmaktadır:
İşveren Feshi: İşveren, haklı bir neden (İş Kanunu md. 25) olmaksızın işçinin sözleşmesini feshederse, işçi hem kıdem hem de ihbar tazminatına hak kazanır (9. HD, 2012/10527 E.; 9. HD, 2016/13228 E.).
İşçi Feshi (Haklı Nedenle): İşçi, İş Kanunu’nun 24. maddesinde sayılan haklı nedenlerden birine (örneğin ücretinin kanuna uygun ödenmemesi) dayanarak sözleşmeyi feshederse, kıdem tazminatına hak kazanır. Ancak bu durumda ihbar tazminatı talep edemez. Yargıtay bu durumu, “haklı nedenle dahi olsa iş sözleşmesini sona erdiren tarafın ihbar tazminatına hak kazanamayacağı” (9. HD, 2014/4257 E.) şeklinde açıkça ifade etmektedir.
İşçi Feshi (Haksız Nedenle – İstifa): İşçi, haklı bir nedeni olmaksızın işten ayrılırsa (istifa), kıdem ve ihbar tazminatına hak kazanamaz (9. HD, 2017/16807 E.). Ancak, işverenin baskısı ile alınan istifa dilekçeleri geçersiz kabul edilir ve bu durumda feshin işverence yapıldığı varsayılır (22. HD, 2017/5615 E.).
2. İspat Yükü ve Delillerin Değerlendirilmesi
Dava sürecinde ispat yükünün hangi tarafta olduğu, davanın sonucunu doğrudan etkilemektedir.
İşverenin İspat Yükü: İşveren, feshin haklı bir nedene dayandığını veya işçilik alacaklarını ödediğini yazılı delillerle ispat etmek zorundadır. Yargıtay 9. Hukuk Dairesi’nin belirttiği üzere, işveren “kıdem ve ihbar tazminatı gerektirmeyecek bir fesih olduğunu ispatlayamazsa ve ödeme yapıldığına dair belge ibraz edemezse, işçinin tazminat talepleri kabul edilir.” (2014/35647 E.).
İşçinin İspat Yükü: Fazla çalışma, hafta tatili ve genel tatil alacakları gibi konularda ispat yükü işçidedir. İşçi, bu iddialarını tanık beyanları, işyeri giriş-çıkış kayıtları gibi delillerle kanıtlamalıdır. Ancak, ücretin ödendiğinin ispatı daima işverene aittir (7. HD, 2014/21110 E.).
Delillerin Niteliği: SGK fesih kodu tek başına feshin nedenini ispata yeterli görülmemektedir (9. HD, 2017/17019 E.). İşçinin imzasını taşıyan ve sahteliği iddia edilmeyen ücret bordroları ise kesin delil niteliğindedir (22. HD, 2015/419 E.).
3. Feshin Haklı Nedenleri ve Sınırları
Yargıtay, hem işveren hem de işçi açısından haklı fesih nedenlerini dar yorumlama eğilimindedir.
İşçi Açısından Haklı Nedenler: Ücretlerin zamanında ve tam ödenmemesi, en temel haklı fesih nedenidir. Ancak, her talep haklı fesih nedeni oluşturmaz. Örneğin, Yargıtay bir kararında, “4857 sayılı İş Kanunu’nun işçinin haklı nedenle derhal fesih hakkını düzenleyen 24. maddesinde işverenin işçiye avans vermemesi şeklinde bir sebep bulunmamaktadır.” (9. HD, 2016/18215 E.) diyerek, avans verilmemesinin işçi için haklı fesih nedeni oluşturmayacağına hükmetmiştir.
4. Usuli Kurallar ve Davada Dikkat Edilmesi Gereken Hususlar
Davanın esası kadar usuli kurallara uyum da büyük önem taşımaktadır.
Hak Düşürücü Süreler: İşverenin, işçinin haklı feshe neden olan eylemini öğrendiği tarihten itibaren 6 iş günü ve her halde fiilin gerçekleşmesinden itibaren 1 yıl içinde fesih hakkını kullanması gerekir. Bu süreler geçtikten sonra yapılan fesih, haksız fesih sayılır ve işçi tazminatlara hak kazanır (22. HD, 2017/13667 E.; 7. HD, 2013/9420 E.).
Dava ve Islah: Dava dilekçesinde talep edilmeyen bir alacak kalemi (örneğin ihbar tazminatı), sonradan ıslah yoluyla davaya dahil edilemez. Hukuk Genel Kurulu bu konuda, “Başından beri dava konusu edilmeyen bir şeyin ıslah yoluyla davaya ithaline ve dava konusu edilmesine yasal açıdan olanak bulunmamaktadır.”(2015/917 E.) şeklinde net bir içtihat oluşturmuştur. Bu nedenle, tüm taleplerin dava dilekçesinde açıkça belirtilmesi kritik öneme sahiptir.
Zamanaşımı: İşçilik alacaklarında zamanaşımı def’i, davalı işveren tarafından süresi içinde ileri sürülmelidir. Mahkeme bu def’iyi dikkate almak zorundadır (9. HD, 2017/9895 E.).
İbranamenin Geçerliliği: Özellikle 01.07.2012 sonrası düzenlenen ibranamelerin geçerliliği çok sıkı şartlara bağlanmıştır. İbranamenin yazılı olması, fesihten en az bir ay sonra düzenlenmesi, alacak türü ve miktarını açıkça belirtmesi ve ödemenin banka kanalıyla eksiksiz yapılması zorunludur. Bu şartları taşımayan ibranameler kesin hükümsüzdür (9. HD, 2017/4609 E.).
Bekletici Mesele: Feshe konu eylemlerle ilgili devam eden bir ceza davası varsa, hukuk mahkemesi bu davanın sonucunu beklemelidir, zira ceza davasının sonucu tazminat taleplerini etkileyebilir (22. HD, 2014/13177 E.).
Sonuç
İncelenen Yargıtay kararları, işten haksız fesih durumunda kıdem ve ihbar tazminatı almanın, bir dizi maddi ve usuli koşulun bir arada gerçekleşmesine bağlı olduğunu göstermektedir. Tazminat hakkının doğumu için feshin işveren tarafından ve haksız bir nedene dayanarak yapıldığının tespiti esastır. İşçinin haklı nedenle feshi durumunda ise sadece kıdem tazminatına hak kazanılacağı unutulmamalıdır. Dava sürecinde ispat yükünün doğru dağılımı, hak düşürücü süreler ve zamanaşımı gibi usuli kurallara titizlikle uyulması, delillerin eksiksiz sunulması ve taleplerin dava dilekçesinde net bir şekilde ifade edilmesi, hak kayıplarının önlenmesi açısından hayati önem taşımaktadır. Avukatların, müvekkillerinin haklarını korumak için bu karmaşık hukuki çerçeveyi ve Yargıtay’ın güncel içtihatlarını dikkatle takip etmeleri gerekmektedir. Bu konuyla ilgili şu makaleye de bakılabilir.
Neden Uzman Avukat Desteği Gerekli?
Kıdem ve ihbar tazminatı davaları, hem maddi hem de usuli açıdan oldukça karmaşık bir süreçtir. Hak düşürücü süreler, zamanaşımı, delillerin değerlendirilmesi ve dava dilekçesinin doğru hazırlanması, hak kaybını önlemek için kritik öneme sahiptir. Bu nedenle işten çıkarılma veya tazminat talepleri gibi durumlarda, sürecin başından itibaren uzman bir avukat desteği almak büyük önem taşır. Özellikle İstanbul, Pendik, Maltepe, Tepeören, Gebze, Çayırova, Tuzla ve çevresinde iş hukuku alanında deneyimli avukatlarla çalışmak, davaların daha etkin yürütülmesini ve hakların korunmasını sağlar.
Siteye Yapılan Peyzaj Düzenlemesi Lüks Gider midir, Zorunlu Gider midir? Bu çalışma, bir siteye yapılan peyzaj düzenlemesinin hukuki niteliğinin “lüks” veya “zorunlu olmayan” bir gider olarak kabul edilip edilemeyeceği sorusunu, sunulan yargı kararları ve idari görüşler ışığında analiz etmektedir. İncelemeler, peyzaj düzenlemesinin nitelendirilmesinin tek bir kurala tabi olmadığını; yapılan işin amacı, kapsamı, maliyeti, anagayrimenkulün projesindeki yeri ve uyuşmazlığın hukuki bağlamı (Kat Mülkiyeti Hukuku, Vergi Hukuku, Kamu İhale Hukuku vb.) gibi birden çok faktöre bağlı olarak değiştiğini ortaya koymaktadır. Kararlar, “zorunlu gider”, “faydalı gider”, “lüks gider” ve “maliyet unsuru” gibi farklı kavramlar etrafında şekillenmektedir.
Yargı kararları, peyzaj düzenlemesinin mutlak surette lüks bir gider olmadığını, aksine belirli koşullarda zorunlu bir masraf olarak nitelendirilebileceğini göstermektedir. Bu konudaki en net kararlardan biri Yargıtay 3. Hukuk Dairesi’nin 2024/1353 E., 2025/697 K. sayılı ve 10.02.2025 tarihli kararıdır. Bu kararda mahkemenin, “…bahçe peyzajı ve otomatik sulama sisteminin ise zorunlu masraflar olduğu…” yönündeki hükmü onanmıştır. Benzer şekilde, Konya 1. Asliye Ticaret Mahkemesi’nin 2021/300 E., 2022/688 K. sayılı kararında alıntılanan bilirkişi raporu, bu zorunluluğun pratik bir nedenini ortaya koymaktadır: “…bahçe ve peyzaj işleri için ödenen 6.000,00 TL’nin… iskan ruhsatı alınabilmesi için yapılması gereken zorunlu giderlerden olduğu tespit edilmiştir.”
Bu yaklaşım, peyzajın sadece estetik bir unsur değil, aynı zamanda bir yapının tamamlanması ve yasal olarak kullanılabilir hale gelmesi için bir gereklilik olabileceğini göstermektedir. İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 15. Hukuk Dairesi’nin 2020/993 E., 2020/1624 K. sayılı kararında ise peyzaj alanları, “bina alanları içinde ve dışında inşaat imalat kalemi olduğu” ve “bu imalat kalemlerinin her birinin de birer maliyet unsuru olduğu ve harcama gerektirdiği” belirtilerek, peyzajın inşaatın ayrılmaz bir parçası olduğu vurgulanmıştır.
2. Kat Mülkiyeti Kanunu Çerçevesinde “Lüks Gider” Değerlendirmesi
Kat malikleri arasındaki uyuşmazlıklarda temel referans noktası Kat Mülkiyeti Kanunu’dur. Yargıtay 18. Hukuk Dairesi’nin 2016/4929 E., 2016/8102 K. sayılı kararında KMK’nın 43. maddesine atıf yapılarak önemli bir ilke hatırlatılmıştır: “yapılması arzu edilen yenilik ve ilaveler çok masraflı ise veya yapının özel durumuna göre lüks bir nitelik taşıyorsa veya anagayrimenkulün bütün kat malikleri tarafından kullanılması mutlaka gerekli olan yerlerinde veya geçitlerinde bulunmuyorsa, bunlardan faydalanmak istemeyen kat maliki, gidere katılmak zorunda değildir.”
Bu madde, peyzaj düzenlemesinin lüks olarak kabul edilmesi halinde, katılımın isteğe bağlı hale gelebileceğini göstermektedir. Harcamanın niteliğini belirlemek için ise Yargıtay 3. Hukuk Dairesi’nin 2017/13230 E., 2019/2267 K. sayılı kararında yer alan tanımlama yol göstericidir: “bir şeyin varlığını ve değerini korumak için yapılması gerekli olan harcamalar; zorunlu, bir şeyin değerini ve verimini artırmak için yapılan harcamalar; faydalı ve hiçbir gereği yokken sadece kişisel zevkler için yapılan harcamalar ise; lüks olarak nitelendirilmektedir.” Bu ayrıma göre, erozyonu önlemek için yapılan bir peyzaj zorunlu, sitenin estetik değerini artırarak satış potansiyelini yükselten bir düzenleme faydalı, sadece belirli bir grubun zevkine hitap eden ve fahiş maliyetli bir süsleme ise lüks sayılabilir. Değerlendirme, bilirkişi incelemesi ve somut durumun özelliklerine göre yapılmalıdır.
3. Farklı Hukuki Perspektifler ve Özel Durumlar
Peyzaj giderinin nitelendirilmesi, uyuşmazlığın hukuki zeminine göre de farklılık arz etmektedir.
Vergi Hukuku Açısından:Danıştay 4. Dairesi’nin 2019/417 E., 2023/2046 K. sayılı kararı, KDV iadesi bağlamında önemli bir ayrım yapmaktadır. Karara göre, “…çocuk parkı, bahçe düzenlemesi, havuz, pergole, kamelya, çim ekimi, spor alanı gibi alanlara ilişkin konutun yapımı için zorunlu olmayan harcamalar nedeniyle yüklenilen KDV iade hesabına dâhil edilemeyecektir.” Ancak aynı kararda, arazinin yapısı gereği yapılması zorunlu olan istinat duvarı gibi işlerin iade hesabına dahil edilebileceği belirtilmiştir. Bu, vergi hukuku açısından peyzajın genellikle “zorunlu olmayan” bir unsur olarak görüldüğünü, ancak teknik zorunlulukların istisna oluşturduğunu göstermektedir. Benzer şekilde özelgelerde de (Örn: 29.02.2012 tarihli özelge), basit peyzaj ve çevre düzenlemesi “onarım gideri” sayılırken, mülkün iktisadi değerini artıran istinat duvarı gibi imalatların “maliyet bedeli” olarak amortismana tabi tutulması gerektiği ifade edilmiştir.
Proje ve Kararlara Uygunluk: Peyzaj düzenlemesinin mevcut mimari projeye ve kat malikleri kurulu kararlarına uygunluğu da önemli bir kriterdir. Yargıtay 20. Hukuk Dairesi’nin 2017/6075 E., 2018/7563 K. sayılı kararında, vaziyet planında amfi tiyatro olarak görünen bir alanın değiştirilerek tepe haline getirilmesi hukuka aykırı bulunmuş ve eski hale getirme kararı verilmiştir. Bu, peyzaj adı altında yapılan değişikliklerin projelere aykırı olamayacağını göstermektedir. Bir yazı önerisi.
Sonuç
Siteye yapılan peyzaj düzenlemesinin lüks veya zorunlu olmayan bir gider olup olmadığı sorusuna verilecek yanıt, duruma özgüdür ve kesin bir kurala bağlanamaz. Hukuki değerlendirme yapılırken aşağıdaki kriterler göz önünde bulundurulmalıdır:
Amaç ve Gereklilik: Düzenleme, iskan ruhsatı almak gibi yasal bir zorunluluktan mı kaynaklanmaktadır? Yoksa sitenin değerini korumak veya artırmak (faydalı gider) ya da sadece estetik zevklere hitap etmek (lüks gider) amacıyla mı yapılmıştır?
Projedeki Yeri: Peyzaj düzenlemesi, anagayrimenkulün onaylı mimari projesinde yer almakta mıdır? Projede yer alan imalatlar genellikle zorunlu veya faydalı kabul edilir.
Maliyet: Yapılan harcama, sitenin genel durumu ve değeriyle orantılı mıdır, yoksa KMK’nın 43. maddesi kapsamında “çok masraflı” olarak nitelendirilebilir mi?
Karar Yeter Sayısı: Düzenleme, kat malikleri kurulu tarafından usulüne uygun (basit çoğunluk, nitelikli çoğunluk veya oybirliği) alınmış bir karara dayanmakta mıdır?
Hukuki Bağlam: Uyuşmazlık, kat malikleri arasında bir aidat borcu mu, bir vergi iadesi talebi mi, yoksa bir kamu ihalesi midir? Her bağlam, farklı bir hukuki değerlendirmeyi gerektirecektir.
Nihayetinde, bir peyzaj harcamasının hukuki niteliği, genellikle mahkemeler tarafından görevlendirilen bilirkişilerin yapacağı teknik inceleme ve raporlar sonucunda, somut olayın tüm özellikleri dikkate alınarak belirlenmektedir.
Neden Uzman Avukat Desteği Gerekli?
Peyzaj düzenlemesi gibi giderlerin hukuki niteliğinin belirlenmesi, ilk bakışta teknik bir mesele gibi görünse de aslında farklı hukuk dallarını ilgilendiren oldukça karmaşık bir süreçtir. Kat Mülkiyeti Hukuku, Vergi Hukuku ve İhale Hukuku gibi farklı alanlarda aynı masrafın farklı şekilde nitelendirilebilmesi, hak kayıplarına yol açabilecek sonuçlar doğurabilir. Bu nedenle sürecin başından itibaren uzman bir avukattan hukuki destek almak büyük önem taşır.
Örneğin, bir sitede yapılan peyzaj masrafının lüks mü yoksa zorunlu gider mi sayılacağı, doğrudan kat maliklerinin aidat yükümlülüklerini etkilemektedir. Benzer şekilde vergi hukukunda, giderin “maliyet unsuru” veya “zorunlu olmayan harcama” olarak değerlendirilmesi, iade ve amortisman hesaplarını değiştirebilir. Bu tür teknik farklılıkların doğru şekilde yönetilmesi, yalnızca deneyimli bir avukatın sağlayabileceği profesyonel hukuki bilgiyle mümkün olur.
Özellikle İstanbul’un gelişen bölgelerinden biri olan Tuzla’da, site yönetimleri ve kat malikleri arasında bu tür uyuşmazlıklar sıkça gündeme gelmektedir. Tuzla’da faaliyet gösteren biravukat, yerel uygulamaları ve yargı kararlarını yakından takip ederek, hem site yönetimlerinin hem de bireysel kat maliklerinin haklarını en iyi şekilde koruyabilir.
Sonuç olarak, peyzaj düzenlemelerinden doğabilecek mali ve hukuki risklerin en aza indirilmesi için uzman bir avukat desteği alınması, sürecin güvenli ve sağlıklı bir şekilde ilerlemesi açısından vazgeçilmezdir.
Yöneticinin gelir-gider hesabını ne zaman vermek zorunda olduğu sorusu, yöneticinin hukuki statüsüne (apartman/site yöneticisi, şirket yöneticisi, kooperatif yöneticisi vb.) göre farklı kanun ve düzenlemeler çerçevesinde yanıtlanmaktadır. İncelenen yargı kararları, bu yükümlülüğün zamanlamasının başta 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanunu (KMK), 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu (TTK) ve 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu (TBK) olmak üzere ilgili mevzuat ve taraflar arasındaki sözleşmesel düzenlemelere (yönetim planı, ana sözleşme) bağlı olduğunu ortaya koymaktadır.
Yargı kararları, yöneticinin hesap verme zamanına ilişkin farklı hukuki rejimlere göre spesifik tarihler ve dönemler belirlemiştir.
Kat Mülkiyeti Kanunu’na Tabi Yöneticiler
Bu alandaki temel düzenleme KMK’nin 39. maddesidir. Yargıtay kararları bu maddeyi istikrarlı bir şekilde uygulamaktadır.
Birincil Kural: Yönetim planında belirtilen tarihlerde hesap verilir.
İkincil Kural: Yönetim planında bir tarih belirtilmemişse, yönetici “her takvim yılının birinci ayı içinde (Ocak ayı) kat malikleri kuruluna” gelir-gider hesabını sunmakla yükümlüdür (Yargıtay 18. Hukuk Dairesi, 2010/11917; Yargıtay 20. Hukuk Dairesi, 2017/3644; Yargıtay 20. Hukuk Dairesi, 2017/3573).
İstisnai Durum: Kat maliklerinin yarısı, arsa paylarına bakılmaksızın, yönetim planında belirtilen zamanlar dışında da hesabın gösterilmesini talep edebilir (Yargıtay 20. Hukuk Dairesi, 2017/3644).
Ek Yükümlülük: Yöneticinin, tutmakla yükümlü olduğu karar ve işletme defterini “her takvim yılının bitmesinden başlayarak bir ay içinde notere kapattırması mecburidir” (Adana 2. Asliye Ticaret Mahkemesi, 2022/396; Yargıtay 18. Hukuk Dairesi, 2014/14359). Bu, hesap döneminin yıllık olarak kapatılması gerektiğini teyit eden önemli bir usuli işlemdir.
Türk Ticaret Kanunu’na Tabi Yöneticiler (Şirketler): Anonim ve limited şirketlerde yönetim organının hesap verme süresi TTK’da düzenlenmiştir.
Anonim şirketlerde yönetim kurulu, “geçmiş hesap dönemine ait… finansal tablolarını, eklerini ve yönetim kurulunun yıllık faaliyet raporunu, bilanço gününü izleyen hesap döneminin ilk üç ayı içinde hazırlar ve genel kurula sunar” (Antalya 1. Asliye Ticaret Mahkemesi, 2023/669 – TTK m. 514’e atfen). Bu belgelerin genel kurul toplantısından en az on beş gün önce pay sahiplerinin incelemesine sunulması gerekir (Ankara 14. Asliye Ticaret Mahkemesi, 2021/838 – TTK m. 437’ye atfen).
Türk Borçlar Kanunu’na Tabi Yöneticiler (Adi Ortaklık): Adi ortaklıklarda yönetici ortağın hesap verme yükümlülüğü TBK’da emredici bir hükümle düzenlenmiştir.
Yönetici ortaklar, “yılda en az bir defa hesap vermek ve kazanç paylarını ortaklara ödemekle yükümlüdürler.” Bu kuralın emredici nitelikte olduğu ve hesap döneminin uzatılmasına ilişkin anlaşmaların kesin olarak hükümsüz olduğu vurgulanmıştır (Yargıtay 3. Hukuk Dairesi, 2023/4233 – TBK m. 630/3’e atfen).
Diğer Hukuki Yapılar (Kooperatifler vb.):
Kooperatiflerde: Hesap verme zamanı öncelikle kooperatif ana sözleşmesine göre belirlenir. İlgili bir kararda, yönetim kurulunun bilançoyu ve gelir-gider hesaplarını “genel kurul toplantısında en az … ay önce denetim kurulu üyelerine” vermesi gerektiği belirtilmiştir (Antalya 4. Asliye Ticaret Mahkemesi, 2017/432).
Özel Kanunlara Tabi Yapılar: Anayasa Mahkemesi’nin bir kararında, özel kanunla kurulan bir bölgedeki yönetici şirketin “her türlü hesap ve işlemlerini yıllık olarak müteakip yılın ocak ayında” yeminli mali müşavire inceletmesi gerektiği hüküm altına alınmıştır (AYM, 2022/158).
İnceleme ve Değerlendirme
Yargı kararları, belirli tarihler sunmanın yanı sıra, hesap verme yükümlülüğünün temel niteliği ve kapsamı hakkında da önemli detaylar içermektedir.
Sürekli ve Kapsamlı Bir Yükümlülük: Belirli bir tarihte hesap verme zorunluluğundan bağımsız olarak, Yargıtay’ın birçok kararında yöneticinin “yöneticiliği döneminde elde ettiği gelirler ile yapılmış giderlerin hesabını vermekle yükümlü” olduğu ilkesi tekrar edilmektedir (Yargıtay 5. Hukuk Dairesi, 2021/3719; Yargıtay 18. Hukuk Dairesi, 2012/11654; Yargıtay 20. Hukuk Dairesi, 2018/3427). Bu, hesap verme borcunun yöneticilik görevi süresince doğan ve görevin sona ermesiyle muaccel hale gelen sürekli bir borç olduğunu göstermektedir.
Görevin Sona Ermesi: Yöneticinin görevi sona erdiğinde, yönetimle ilgili tüm defter, makbuz ve belgeleri yeni yöneticiye teslim etme yükümlülüğü doğar. Eski yöneticinin bu yükümlülükten kaçınması halinde, KMK’nin 33. maddesi uyarınca hâkimin müdahalesi istenerek belgelerin teslimi sağlanabilir (Yargıtay 18. Hukuk Dairesi, 2009/1359). Bu durum, görev devrinin de hesap verme için kritik bir zamanlama olduğunu ortaya koymaktadır.
Hesap Vermenin Usulü ve İçeriği: Yargıtay, hesap vermenin sadece bir beyandan ibaret olmadığını, defter ve belgelere dayanması gerektiğini vurgulamaktadır. Ancak bu konuda katı bir şekilcilikten kaçınılmıştır. Yargıtay’ın yerleşik içtihatlarına göre;”yöneticinin yaptığı harcamaları gösteren belgelerin mutlaka fatura veya kasa fişi niteliği taşıması zorunlu değildir. Gerçekleşmiş bir iş veya işlem için harcama yapıldığını gösteren yazılı ve imzalı belge yeterli sayılmakta ve hatta aciliyet ve zorunluluk nedeniyle yapılan ve belgesiz olarak deftere işlenen gider konusu işin yapıldığının ve gösterilen miktarın uygunluğunun tespit edilmiş olması dahi yeterli kabul edilmektedir.” (Yargıtay 20. Hukuk Dairesi, 2019/4823; Yargıtay 18. Hukuk Dairesi, 2014/18069).
Sonuç
Yöneticinin gelir-gider hesabını verme zamanı, tabi olduğu hukuki rejime göre değişiklik göstermektedir.
Apartman ve Site Yöneticileri (KMK): Kural olarak her yılın Ocak ayında, yönetim planında farklı bir süre öngörülmemişse, kat malikleri kuruluna hesap vermek zorundadır.
Şirket Yöneticileri (TTK): Hesap dönemini izleyen ilk üç ay içinde finansal tabloları ve faaliyet raporunu hazırlayıp genel kurula sunmakla yükümlüdür.
Adi Ortaklık Yöneticileri (TBK): Yılda en az bir kez hesap vermekle yükümlüdür.
Kooperatif Yöneticileri: Ana sözleşmede belirtilen sürelerde hesap vermekle yükümlüdür.
Bu belirli zaman dilimlerinin yanı sıra, yöneticinin görevi süresince tüm gelir ve giderleri usulüne uygun olarak kaydetme ve belgeleme (KMK m. 36) ve görevi sona erdiğinde tüm kayıtları yeni yönetime devretme gibi temel ve sürekli yükümlülükleri bulunmaktadır. Hesap verme, yöneticinin vekalet sorumluluğunun bir gereği olup, bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi hukuki ve cezai sorumluluğuna yol açabilir. Bir yazı önerisi
İstanbul, Tuzla, Pendik , Kartal, Maltepe, Gebze, Aydınlı, Orhanlı, Tepeören, Darıca, Bayramoğlu veya Çayırova, Şekerpınar, Güzelyalı, Postane ve Akfırat gibi bölgelerde deneyimli bir avukat ile çalışmak, hak kaybı riskini azaltır ve en iyi sonuca ulaşma ihtimalini güçlendirir.
Bu yazı, “Destekten yoksun kalma tazminatı nedir?” ve “Bu tazminat talep edilebilir mi?” sorularına yanıt olarak sunulan yargı kararları ve hukuki dokümanların analiziyle hazırlanmıştır. Yazı, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu (TBK) Madde 53/3’te düzenlenen destekten yoksun kalma tazminatının tanımını, amacını, talep koşullarını, hukuki niteliğini ve uygulamadaki farklılıkları incelemektedir. Analiz, Yargıtay, Bölge Adliye Mahkemeleri ve İlk Derece Mahkemeleri’nin çeşitli kararlarını esas alarak konuyu bütüncül bir bakış açısıyla ele almaktadır.
Tanım ve Amaç: Destekten yoksun kalma tazminatı, bir kişinin haksız bir fiil sonucu ölümü nedeniyle, hayattayken onun maddi yardımından faydalanan kişilerin bu destekten mahrum kalmaları sonucu uğradıkları zararın giderilmesidir. Yargı kararlarında tazminatın temel amacı istikrarlı bir şekilde, “destekten yoksun kalanların desteğin ölümünden önceki yaşamlarındaki sosyal ve ekonomik durumlarının korunmasıdır.” (örn: bam-Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 35. Hukuk Dairesi-2022/447-2022/633).
Temel Şart “Eylemli Destek”: Tazminata hükmedilebilmesi için aranan en temel şart, ölen kişi (destek) ile tazminat talep eden (destekten yoksun kalan) arasında hukuki bir bağdan (akrabalık, mirasçılık vb.) ziyade, fiili bir durumun varlığıdır. Kararlarda bu durum, “ölen ile destekten yoksun kalan arasında maddi yönden düzenli ve eylemli bir yardımın varlığı” olarak ifade edilmektedir.
Bağımsız ve Asli Bir Hak: Bu tazminat hakkı, ölenin mirasçılarına kalan bir hak olmayıp, doğrudan doğruya desteğini yitiren kişinin şahsında doğan “asli ve bağımsız” bir haktır. Sigorta Tahkim Komisyonu kararında belirtildiği gibi, bu zarar “mirasçılık sıfatıyla bağlı olmaksızın uğranılabilen bir zarardır.” (sigorta—–2015/İHK.1294-03.06.2016).
Kusurun Rolü: Genel kural, sorumluların kusuru oranında tazminatın talep edilebilmesidir. Ancak, desteğin %100 kusurlu olduğu durumlarda tazminat talep edilip edilemeyeceği konusunda farklı yaklaşımlar mevcuttur. Bazı kararlar, desteğin tam kusurlu olması halinde yakınlarının tazminat talep edemeyeceğini belirtirken (ilkDerece-Ankara 4. Asliye Ticaret Mahkemesi-2021/736-2022/314), bu konu Yargıtay içtihatlarında tartışmalıdır ve somut olayın özelliklerine göre değerlendirilmektedir.
1. Hukuki Dayanak ve Kavramsal Çerçeve
Destekten yoksun kalma tazminatı, 6098 sayılı TBK’nın 53. maddesinde “Ölüm Hâlinde Zararlar” başlığı altında düzenlenmiştir. Maddenin 3. fıkrası, “Ölenin desteğinden yoksun kalan kişilerin bu sebeple uğradıkları kayıplar”ifadesiyle bu zararın tazmin edileceğini hüküm altına almıştır.
Yargı kararları, bu tazminatın amacını salt bir maddi kaybın giderilmesi olarak görmemekte, sosyal bir boyutu olduğunu vurgulamaktadır. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu’nun atıf yapılan bir kararında tazminatın niteliği şöyle açıklanmıştır: “Destekten Yoksun Kalma Tazminatının eylemin karşılığı olan bir ceza olmayıp, ölüm sonucu ölenin yardımından yoksun kalan kimsenin muhtaç duruma düşmesini önlemek ve yaşamının desteğin ölümünden önceki düzeyde tutulması amacına yönelik sosyal karakterde kendine özgü bir tazminat olduğu” hususu vurgulanmıştır. (ilkDerece-Bakırköy 1. Asliye Ticaret Mahkemesi-2019/912-2021/1169)
2. Tazminatın Şartları ve “Destek” Kavramı
Mahkemeler, destekten yoksun kalma tazminatına hükmederken belirli şartların varlığını aramaktadır. Bu şartların en önemlisi, “destek” kavramının içeriğidir. Kararlarda bu kavramın hukuki bir ilişkiden ziyade fiili bir durumu ifade ettiği ısrarla belirtilmektedir: “6098 sayılı TBK 53/3 maddesinde sözü geçen destek kavramı hukuksal bir ilişkiyi değil, eylemli bir durumu hedef tutar ve ne hısımlığa ne de yasanın nafaka hakkındaki hükümlerine dayanır; sadece eylemli ve düzenli olarak geçimini kısmen veya tamamen sağlayacak şekilde yardım eden ve olayların olağan akışına göre eğer ölüm vuku bulmasaydı, az çok yakın bir gelecekte de bu yardımı sağlayacak olan kimse destek sayılır.” (ilkDerece-İstanbul Anadolu 5. Asliye Ticaret Mahkemesi-2022/2-2022/1069)
Bu kapsamda, düzenli ve sürekli yardımın varlığı esastır. Ayrıca bazı kararlarda, destekten yoksun kalanın “devamlı ve gerçek bir ihtiyaç içerisinde bulunması” gerektiği de ek bir şart olarak belirtilmiştir (ilkDerece-Samsun Asliye Ticaret Mahkemesi-2021/1075-2023/639).
Öte yandan, anne ve babanın çocuklarının ölümü nedeniyle açtıkları davalarda, ispat külfeti açısından bir kolaylık sağlanmıştır. Ankara 6. Asliye Ticaret Mahkemesi kararında bu durum, “Anne, babanın çocuğunun haksız fiil ve / veya akde aykırılık sonucu ölmesi nedeniyle açtığı destekten yoksun kalma tazminatı davalarında, çocukların anne – babaya destek olduklarının karine olarak kabulü gerekmektedir” şeklinde ifade edilmiştir.
3. Kusur Durumunun Tazminat Talebine Etkisi
Tazminat talebinin kabul edilip edilmemesinde kusur durumu kritik bir rol oynamaktadır. Sorumluların kısmi kusurlu olduğu durumlarda, kusurları oranında tazminat ödemeleri genel bir kuraldır.
Ancak en tartışmalı konu, ölen desteğin kazanın meydana gelmesinde tam (%100) kusurlu olduğu durumlardır. İncelenen kararlardan Ankara 4. Asliye Ticaret Mahkemesi’nin 2022/314 sayılı kararı, bu durumda tazminat talebinin reddedilmesi gerektiği yönündedir. Mahkeme bu görüşünü şu gerekçeye dayandırmıştır: “…destekten yoksun kalma tazminatının yansıma yolu ile doğan bir zarar olduğu, destek tazminatı talep edenlerin kendisine destek sağlayanın hakkından daha fazlasına sahip olamayacağı…” Bu yaklaşım, destekten yoksun kalma hakkını, ölenin kendi uğrayacağı zararı talep etme hakkına bağlı “yansıma bir zarar” olarak kabul etmektedir. Ancak bu görüş, tazminat hakkının “bağımsız ve asli bir hak” olduğu yönündeki yerleşik içtihatlarla çelişki yaratabilmektedir. Nitekim İzmir Bölge Adliye Mahkemesi kararında, bu hakkın “desteğin mirasçısı olarak geride bıraktığı kişilere değil, desteğinden yoksun kalanlarına ait” olduğu ve destek olan kişinin kusurundan etkilenmeyeceği belirtilmiştir. Bu nedenle, desteğin tam kusurlu olduğu hallerde tazminat talebinin akıbeti, Yargıtay’ın güncel içtihatları ve somut olayın koşulları çerçevesinde dikkatle değerlendirilmesi gereken bir husustur.
Sonuç
Yapılan inceleme neticesinde, destekten yoksun kalma tazminatının;
Haksız bir fiil sonucu ölen kişinin fiili ve düzenli yardımlarından mahrum kalanların, ölümden önceki yaşam standartlarını korumayı amaçlayan, sosyal karakterli ve kendine özgü bir tazminat türü olduğu,
Talebin temel şartının, akrabalık gibi hukuki bağlardan ziyade, fiili, düzenli ve sürekli bir yardım ilişkisinin varlığı olduğu,
Bu hakkın, ölenin terekesine dahil olmayan, doğrudan destekten yoksun kalanın şahsında doğan bağımsız bir hak olduğu,
Tazminat talebinin, sorumluların kusuru oranında kabul edildiği, ancak ölen desteğin tam kusurlu olduğu durumlarda tazminat talep edilip edilemeyeceği hususunun yargı kararlarında tartışmalı olduğu ve farklı yorumlara açık olduğu tespit edilmiştir.
Bu nedenle, destekten yoksun kalma tazminatı taleplerinde, fiili destek ilişkisinin somut delillerle ispatlanması ve özellikle kazadaki kusur oranlarının tespiti, davanın sonucu açısından belirleyici olacaktır. bir yazı önerisi.
Destekten yoksun kalma tazminatı davaları, hem maddi hem de manevi boyutları olan, karmaşık hukuki süreçler içeren davalardır. Bu davalarda doğru delillerin toplanması, fiili destek ilişkisinin ispat edilmesi, kusur oranlarının doğru değerlendirilmesi ve güncel Yargıtay içtihatlarının takip edilmesi büyük önem taşır.
Özellikle tazminat hesaplamaları teknik bilgi gerektirmekte olup, küçük bir hata hak kaybına yol açabilir. Ayrıca, desteğin kusuru, sigorta şirketlerinin sorumluluğu ve dava zamanaşımı süreleri gibi konularda yapılan hatalar, tazminatın tamamen reddedilmesine dahi sebep olabilir.
Tuzla’da faaliyet gösteren bir avukat;
Delillerin toplanması ve mahkemeye sunulması konusunda profesyonel destek sağlar,
Kusur oranlarının doğru tespit edilmesi ve itirazların yapılmasında rol oynar,
Sigorta şirketleri ve karşı tarafla müzakerelerde hak kaybını önler,
Güncel Yargıtay ve Bölge Adliye Mahkemesi kararlarını takip ederek davayı en güçlü şekilde yürütür.
Bu nedenle, İstanbul, Tuzla avukat, Pendik avukat, Kartal avukat, Maltepe avukat, Gebze avukat, Aydınlı avukat, Orhanlı avukat, Tepeören avukat, Darıca avukat, Bayramoğlu avukat veya Çayırova avukat, Şekerpınar avukat, Güzelyalı avukat Postane avukat ve Akfırat avukat gibi bölgelerde ya da Tuzla’da ikamet eden veya burada dava açacak kişilerin, alanında deneyimli bir Tuzla avukatından profesyonel destek alması, hem sürecin hızlanması hem de en yüksek tazminat miktarının elde edilmesi açısından son derece önemlidir.
Bu yazı, “Trafik kazası sonrası ilk yapılacaklar nelerdir?” sorusuna yanıt bulmak amacıyla, sunulan yargı kararları analiz yanıtlarının incelenmesiyle hazırlanmıştır. İncelenen dokümanların büyük bir kısmı, kaza sonrası açılan tazminat davaları veya idari uyuşmazlıklara ilişkin olup, kaza anında yapılması gerekenlere doğrudan değinmemektedir. Ancak, bazı ilk derece mahkemesi kararlarında, Karayolları Trafik Kanunu (KTK) ve ilgili yönetmeliklere atıfta bulunularak kazaya karışan sürücülerin yasal yükümlülükleri detaylandırılmıştır. Bu yazı, söz konusu kararlardaki bulguları bir araya getirerek, kaza sonrası atılması gereken adımları hukuki bir çerçevede sunmaktadır.
İncelenen yargı kararlarından derlenen bilgilere göre, bir trafik kazasına karışan sürücülerin temel yükümlülükleri şunlardır:
Durma ve Güvenlik Tedbiri Alma: Trafik için ek bir tehlike yaratmayacak şekilde derhal durmak ve kaza mahallinde trafik güvenliğini sağlamak için ışıklı işaret veya yansıtıcı cihazlar gibi gerekli tedbirleri almak.
Olay Yerini Korumak: Kazada ölüm veya yaralanma varsa, sorumluluğun saptanmasında yararlı olacak kanıt ve izler de dahil olmak üzere kaza yerindeki durumu değiştirmemek.
Yetkilileri Bilgilendirme: Kazayı yetkili ve görevli memurlara (polis, jandarma) bildirmek.
Olay Yerinden Ayrılmama: Yetkililer gelinceye kadar veya onların iznini almadan kaza yerinden ayrılmamak.
Bilgi Paylaşımı: Kazaya karışan diğer tarafların istemesi halinde kimlik, adres, sürücü ve trafik belgesi ile sigorta poliçe bilgilerini bildirmek ve göstermek.
Yaralılara Yardım: Yaralıların bulunması durumunda derhal tıbbi yardım almalarını sağlamak (dolaylı bulgu).
Maddi Hasarlı Kazalarda Anlaşma: Yalnızca maddi hasar varsa ve taraflar anlaşıyorsa, trafiği engellememek adına olay yerinin fotoğraflarını çektikten sonra araçları güvenli bir yere çekmek ve kendi aralarında “maddi hasarlı kaza tespit tutanağı” düzenlemek.
Yargı kararlarında trafik kazası sonrası yapılması gerekenler, doğrudan Karayolları Trafik Kanunu’nun 81. maddesi ve Karayolları Trafik Yönetmeliği’nin 152. maddesine dayandırılmaktadır. Bu yükümlülükler, kazanın niteliğine göre (yaralanmalı/ölümlü veya sadece maddi hasarlı) farklılık gösterebilmektedir.
1. Genel Yükümlülükler ve Olay Yeri Güvenliği
Kazaya karışan tüm sürücüler için geçerli olan ilk ve en temel kural, güvenliği sağlamaktır. Bakırköy 7. Asliye Ticaret Mahkemesi’nin kararında bu durum açıkça belirtilmiştir:
“a) Hareket halinde iseler trafik için ek bir tehlike yaratmayacak şekilde hemen durmak, kaza mahallinde trafik güvenliği için gereken tedbirleri almak…”
Ankara Batı Asliye Ticaret Mahkemesi ve Gaziantep 2. Asliye Ticaret Mahkemesi kararlarında da bu yükümlülük vurgulanmış, Gaziantep kararında “trafik güvenliği için ışıklı işaret veya yansıtıcı cihazları koymak” gibi somut önlemlere de değinilmiştir. Bu tedbirlerin amacı, hem kaza yerindeki kişileri korumak hem de yeni kazaların meydana gelmesini önlemektir.
2. Yetkililere Bildirim ve Olay Yerinden Ayrılmama Yasağı
Özellikle yaralanma veya ölümle sonuçlanan kazalarda, yetkililere haber verme ve onların izni olmadan olay yerini terk etmeme zorunluluğu kritik bir öneme sahiptir. Ankara 9. Asliye Ticaret Mahkemesi ve Kayseri 2. Asliye Ticaret Mahkemesi kararlarında bu yükümlülük net bir şekilde ifade edilmiştir:“…kazayı yetkili ve görevli memurlara bildirmek, bunlar gelinceye kadar veya bunların iznini almadan kaza yerinden ayrılmamak” Bu kural, delillerin karartılmasını önlemek ve olayın resmi makamlarca doğru bir şekilde tespit edilmesini sağlamak amacını taşır. Ayrıca, sürücülerin kazaya karışan diğer taraflara kimlik ve sigorta bilgilerini sunma zorunluluğu da Ankara 9. Asliye Ticaret Mahkemesi kararında belirtilmiştir.
3. Sadece Maddi Hasarlı Kazalara Özgü Prosedür
Yargı kararları, sadece maddi hasarla sonuçlanan ve tarafların anlaştığı kazalar için daha pratik bir çözüm yolu olduğunu göstermektedir. Gaziantep 2. Asliye Ticaret Mahkemesi kararında bu durum şöyle açıklanmıştır: “…taraflarının anlaşma sağladığı durumlarda, yeni bir trafik kazasına sebebiyet vermemek ve trafik akışını engellememek için mümkün olduğu takdirde olay yerinin fotoğrafları çekilerek kazaya karışan araçlar taşıt yolu dışına çıkarılır.”
Bu durumda, taraflar trafik zabıtasını beklemeden kendi aralarında “maddi hasarlı kaza tespit tutanağı” düzenleyebilirler. Anayasa Mahkemesi’nin bir kararında da bu tutanağın, “kazaya karışan taraflar arasında çıkabilecek hukuki uyuşmazlıkların çözümüne esas olacak… bir resmi belge niteliğinde” olduğu belirtilmiştir.
Sonuç
Sunulan yargı kararları analiz yanıtları, trafik kazası sonrası ilk yapılması gerekenlerin temel olarak can ve mal güvenliğini sağlamak, olayı resmi olarak kayıt altına almak ve hukuki sürecin doğru işlemesi için gerekli adımları atmak etrafında şekillendiğini ortaya koymaktadır. Sürücülerin KTK’dan doğan yükümlülükleri; derhal durmak, olay yerini emniyete almak, yaralılara yardım çağırmak, yetkililere haber vermek ve onların talimatlarına uymaktır. Sadece maddi hasarlı kazalarda ise tarafların anlaşması halinde, trafiği aksatmadan kendi aralarında tutanak düzenlemeleri mümkündür. Bu kurallara uyulmaması, ileride açılacak tazminat davalarında ve sigorta süreçlerinde sürücüler aleyhine ciddi hukuki sonuçlar doğurabilecektir. Bir yazı önerisi.
Trafik kazası sonrası yapılacaklar yasal olarak açıkça düzenlenmiş olsa da, uygulamada taraflar arasında anlaşmazlıklar çıkabilmekte, sigorta şirketleri tazminat taleplerini eksik ödeyebilmekte veya tamamen reddedebilmektedir. Özellikle yaralanmalı ve ölümlü kazalarda hem ceza davaları hem de tazminat davaları söz konusu olur ve bu süreçler teknik bilgi gerektirir.
Tuzla’da meydana gelen bir trafik kazasında, kazazedelerin veya yakınlarının hak kaybı yaşamaması, sigorta ve kusur oranı hesaplamalarının doğru yapılması ve gerekli davaların zamanında açılması için Tuzla’da uzman bir avukattan destek almak büyük önem taşır. Avukat desteği;
Maddi ve manevi tazminat taleplerinin doğru şekilde hazırlanmasını,
Ceza soruşturmalarında mağdur haklarının etkin şekilde savunulmasını sağlar.
Bu nedenle, İstanbul, Tuzla avukat, Pendik avukat, Kartal avukat, Maltepe avukat, Gebze avukat, Aydınlı avukat, Orhanlı avukat, Tepeören avukat, Darıca avukat, Bayramoğlu avukat veya Çayırova avukat, Şekerpınar avukat, Güzelyalı avukat Postane avukat ve Akfırat avukat gibi bölgelerde trafik kazası sonrası hem idari işlemlerde hem de yargı süreçlerinde profesyonel destek almak, sürecin doğru ilerlemesi ve hak kayıplarının önlenmesi açısından kritik bir gerekliliktir.
Bu yazı, toplu yapılarda aidat sorunlarının çözümüne ilişkin yargı kararlarının analizini sunmaktadır. İncelenen mahkeme kararları, aidat borcunun hukuki dayanağı, miktarının belirlenmesi, tahsilat yetkisi, ödenmemesi durumunda başvurulacak hukuki yollar ve yargılama sürecindeki usuli esaslar gibi konularda bütüncül bir perspektif sağlamaktadır. Yazı, Kat Mülkiyeti Kanunu, Kooperatifler Kanunu ve genel hükümler çerçevesinde şekillenen yargı pratiğini ortaya koyarak, bu tür uyuşmazlıklarda dikkat edilmesi gereken temel noktaları özetlemektedir.
Hukuki Dayanağın Tespiti: Uyuşmazlığın çözümünde ilk adım, yapının hukuki statüsünün belirlenmesidir. Yapının Kat Mülkiyeti Kanunu’na (KMK) göre “toplu yapı” olarak tescil edilip edilmediği, birden çok parsel üzerinde kurulu olup olmadığı veya bir kooperatif yapısı olup olmadığı, uygulanacak kanun hükümlerini (KMK, Kooperatifler Kanunu, Genel Hükümler) ve görevli mahkemeyi (Sulh Hukuk, Asliye Hukuk/Ticaret) doğrudan etkilemektedir.
Yönetim Planının Önceliği: Yargı kararları, kat malikleri arasında bir sözleşme niteliği taşıyan “yönetim planını” uyuşmazlıkların çözümünde birincil kaynak olarak kabul etmektedir. Aidatların toplanma şekli, katılım oranı ve yetkili yönetim organı gibi hususlar öncelikle yönetim planına göre belirlenir.
Genel Kurul Kararlarının Bağlayıcılığı: Usulüne uygun olarak toplanan kat malikleri kurulu veya kooperatif genel kurulunda alınan kararlar, toplantıya katılmayan veya muhalif kalan malikleri/üyeleri dahi bağlar. Aidat miktarının belirlenmesi, ek bütçe yapılması ve gecikme tazminatı oranları bu kararlarla tespit edilir. Bu kararlara karşı yasal süresi içinde iptal davası açılmaması halinde kararlar kesinleşir.
İspat Yükümlülüğü ve Şeffaflık: Aidat alacağı talebinde bulunan yönetimin, bu alacağın dayandığı giderleri fatura, makbuz gibi belgelerle ispatlaması gerekmektedir. Harcamaların belgelenememesi, talebin reddine neden olabilmektedir. Bu nedenle şeffaf ve denetlenebilir bir muhasebe kaydı tutulması kritik öneme sahiptir.
Usuli Kurallara Riayet: Aidat uyuşmazlıklarında görevli ve yetkili mahkemenin doğru tespiti, dava açma sürelerine uyulması ve husumetin doğru yöneltilmesi gibi usuli kurallar, davanın esasına girilebilmesi için hayati önem taşımaktadır. Usul hataları, davanın reddine yol açabilmektedir.
1. Hukuki Dayanak ve Temel Belgeler
Yargı kararları, aidat sorunlarının çözümünde öncelikle yapının hukuki niteliğinin ve bu niteliğe bağlı temel belgelerin incelenmesi gerektiğini ortaya koymaktadır.
Yönetim Planı: Kat malikleri arasındaki ilişkileri düzenleyen temel sözleşme yönetim planıdır. Yargıtay 20. Hukuk Dairesi’nin 2017/9149 E., 2019/1201 K. sayılı kararında bu durum net bir şekilde ifade edilmiştir:“yönetim planı kat malikleri arasında yapılan bir sözleşme niteliğinde olup tarafları bağlayacağından öncelikle dava konusu anataşınmaza ait yönetim planında kat maliklerinin borç ve yükümlülüklerine ilişkin hükümleri varsa onların uygulanması gerekir.” Benzer şekilde Yargıtay 18. Hukuk Dairesi de 2013/7471 E., 2013/10640 K. sayılı kararında yönetim planının tüm kat malikleri ile onların haleflerini bağlayıcı nitelikte olduğunu vurgulamıştır.
Genel Kurul Kararları: Yönetim planında hüküm bulunmayan veya detaylandırılması gereken konularda kat malikleri kurulu (veya kooperatif genel kurulu) kararları devreye girer. Ankara 8. Asliye Ticaret Mahkemesi’nin 2021/659 E., 2023/83 K. sayılı kararında belirtildiği gibi, “1163 sayılı Kooperatifler Kanunu ve ana sözleşme hükümleri gereği genel kurullarda alınmış ve itiraza uğramamış kararların tüm ortakları bağlayacağı” ilkesi esastır. Bu kararlara karşı yasal süresi içinde (genellikle 1 ay) iptal davası açılmazsa, aidat miktarları ve ödeme koşulları kesinleşir (İzmir 6. Asliye Ticaret Mahkemesi, 2019/189 E., 2019/231 K.).
Toplu Yapı Statüsü: Yapının KMK kapsamında resmi olarak “toplu yapı” yönetimine geçip geçmediği, uyuşmazlığın çözümünde kilit bir rol oynar. Yargıtay 20. Hukuk Dairesi’nin 2017/1044 E., 2018/681 K. sayılı kararında, toplu yapı yönetimine geçilmemiş sitelerde her parselin kendi kat malikleri kurulunca yönetilmesi ve aidatların da bu parsel yöneticileri tarafından toplanması gerektiği belirtilmiştir. Toplu yapıya geçilmemişse, uyuşmazlıklarda KMK yerine genel hükümlerin uygulanması ve görevli mahkemenin Asliye Hukuk Mahkemesi olması gündeme gelir (Yargıtay 20. Hukuk Dairesi, 2017/884 E., 2017/5013 K.).
2. Aidat Miktarının Belirlenmesi ve Katılım Esasları
Aidat miktarının neye göre belirleneceği, uyuşmazlıkların sıkça kaynaklandığı bir diğer konudur.
Arsa Payı Oranı: KMK’nın 20. maddesi uyarınca ana kural, kat maliklerinin ortak giderlere “arsa payları oranında” katılmasıdır. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 2013/740 E., 2014/392 K. sayılı kararında bu ilke teyit edilmiştir.
Farklı Gider Kalemleri ve Yararlanma Durumu: Kanun, kat maliklerinin aralarında başka türlü bir anlaşma yapmasına olanak tanır. Ancak mahkemeler, özellikle farklı nitelikteki bağımsız bölümler (dükkan, konut vb.) için giderlere katılımda “hizmetten yararlanma” ilkesini gözetmektedir. Yargıtay 18. Hukuk Dairesi’nin 2013/7471 E., 2013/10640 K. sayılı kararında, mahkemenin “dava konusu 2 numaralı bağımsız bölümün yararlandığı ve yararlanmadığı hizmetler de tespit edilmek suretiyle ödemesi gereken aidat miktarının ne olduğu” yönünde bir bilirkişi incelemesi yaptırması gerektiği vurgulanmıştır.
İspat ve Belgelendirme: Yönetim, talep ettiği aidatın dayanağı olan harcamaları belgeleriyle ispatlamak zorundadır. İstanbul Anadolu 4. Asliye Ticaret Mahkemesi’nin 2018/1311 E., 2019/5 K. sayılı kararında, davacı kooperatifin hizmetlere ilişkin harcama belgelerini sunamaması nedeniyle aidat talebinin ispatlanamadığına hükmedilmiştir. Bu durum, şeffaf ve belgelere dayalı bir yönetimin önemini göstermektedir.
3. Uyuşmazlıkların Çözümü ve Yargılama Süreci
Aidat borcunun ödenmemesi halinde yönetimler yasal yollara başvurabilir. Bu süreçte usuli kurallar büyük önem taşır.
Görevli ve Yetkili Mahkeme: KMK’dan kaynaklanan uyuşmazlıklarda, anataşınmazın bulunduğu yerdeki Sulh Hukuk Mahkemesi görevli ve yetkilidir. Yargıtay 18. Hukuk Dairesi’nin 2013/14069 E., 2013/16456 K. sayılı kararında bu kural açıkça belirtilmiştir: “Kat Mülkiyeti Yasasının Ek-1. maddesine göre bu yasadan doğan her türlü anlaşmazlığın -değerine bakılmaksızın- sulh hukuk mahkemesinde çözümlenmesi gerekir.” Ancak yapının toplu yapı statüsünde olmaması veya uyuşmazlığın kooperatif hukukundan kaynaklanması gibi durumlarda görevli mahkeme Asliye Hukuk veya Asliye Ticaret Mahkemesi olabilmektedir.
Tahsilat Yetkisi: Aidatı kimin tahsil etmeye yetkili olduğu da önemli bir konudur. Özellikle birden fazla parselden oluşan yapılarda, aidat toplama yetkisinin toplu yapı yönetiminde mi yoksa parsel yönetiminde mi olduğu yönetim planı incelenerek tespit edilmelidir. Yargıtay 20. Hukuk Dairesi’nin 2017/2591 E., 2018/5018 K. sayılı kararında bu hususun araştırılması gerektiği belirtilmiştir. Yetkisi olmayan bir yönetim tarafından yapılan tahsilatlar hukuka aykırı kabul edilebilir (Yargıtay 18. Hukuk Dairesi, 2015/21918 E., 2016/2879 K.).
İcra Takibi ve İtirazın İptali: Ödenmeyen aidatlar için en yaygın başvuru yolu ilamsız icra takibidir. Borçlunun takibe itiraz etmesi halinde, yönetim tarafından “itirazın iptali” davası açılır. Bu davalarda mahkeme, genel kurul kararlarını, işletme projesini, yönetim planını ve harcama belgelerini inceleyerek borcun varlığını ve miktarını tespit eder.
Sonuç
İncelenen yargı kararları, toplu yapılardaki aidat sorunlarının çözümünün tek bir formüle dayanmadığını, her olayın kendi özgün koşulları içinde değerlendirilmesi gerektiğini göstermektedir. Bununla birlikte, başarılı ve hukuka uygun bir çözüm için izlenmesi gereken yol haritası belirgindir:
Öncelikle, yapının hukuki statüsüne uygun, tüm maliklerin hak ve yükümlülüklerini adil bir şekilde düzenleyen, açık ve anlaşılır bir yönetim planının varlığı esastır. İkinci olarak, aidatların belirlendiği kat malikleri kurulu/genel kurul toplantılarının usulüne uygun yapılması ve kararların şüpheye yer bırakmayacak şekilde tutanağa geçirilmesi zorunludur. Üçüncü olarak, yönetimin tüm harcamaları belgelendirmesi, şeffaf bir muhasebe tutması ve kat maliklerini düzenli olarak bilgilendirmesi, olası uyuşmazlıkları en aza indirecektir.
Bu adımlara rağmen bir uyuşmazlık doğduğunda ise, yasal sürelere ve usul kurallarına titizlikle riayet edilerek, doğru mahkemede, doğru delillerle hak aranması, yargı kararlarının işaret ettiği en temel çözüm yoludur. Bir yazı önerisi.
Neden Tuzla Avukat Desteği Gerekli? Toplu yapılarda aidat uyuşmazlıkları, yalnızca Kat Mülkiyeti Kanunu değil; Kooperatifler Kanunu, genel hükümler ve yargı içtihatlarının birlikte değerlendirilmesini gerektiren karmaşık davalardır. Yönetim planının yorumu, genel kurul kararlarının geçerliliği, aidat miktarının arsa payı ve yararlanma durumuna göre hesaplanması, belgelerle ispat yükümlülüğü gibi konular teknik detaylar içerir. Ayrıca, hangi mahkemenin görevli olduğu (Sulh Hukuk, Asliye Hukuk veya Asliye Ticaret) ve icra takibinde izlenecek usul de davanın sonucunu doğrudan etkiler.
Bu nedenle, Tuzla avukat, Pendik avukat, Kartal avukat, Maltepe avukat, Aydınlı avukat, Orhanlı avukat, Gebze avukat, Çayırova avukat, Tepeören avukat ve Darıca avukat gibi bölgelerde, özellikle toplu yapı ve kooperatif hukuku alanında deneyimli bir avukattan destek almak büyük önem taşır. Profesyonel hukuki yardım, hem yönetimlerin alacaklarını doğru ve hızlı şekilde tahsil etmesini hem de maliklerin haksız aidat taleplerine karşı korunmasını sağlar.
Bu çalışma, “trafik kazalarında kusur oranı nasıl belirlenir?” sorusuna yanıt olarak sunulan ilk derece mahkemesi, bölge adliye mahkemesi ve Yargıtay kararlarının analiziyle hazırlanmıştır. Çalışma, kusur oranının tespitinde izlenen metodolojiyi, başvurulan delilleri, hukuki dayanakları ve yargısal makamların bu süreçteki rolünü incelemektedir. Analiz edilen kararlar, kusur belirleme sürecinin, özel ve teknik bilgi gerektiren, bilirkişi incelemesine dayalı, ancak nihai takdiri hakime ait olan karmaşık bir süreç olduğunu ortaya koymaktadır.
Bilirkişi İncelemesi Zorunluluğu: İncelenen tüm kararlarda, kusur oranının tespiti için mahkemelerin istisnasız olarak bilirkişi raporuna başvurduğu görülmektedir. Bu süreçte Adli Trafik Bilirkişisi, Makine Mühendisi, Adli Tıp Kurumu (ATK) Trafik İhtisas Dairesi/Kurulu gibi uzmanlardan rapor alınmaktadır. ATK, özellikle çelişkili durumlarda en yetkin kurum olarak kabul edilmektedir.
Hukuki Dayanaklar: Kusur tespiti, temel olarak 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu (KTK) ve bu kanuna dayalı Karayolları Trafik Yönetmeliği (KTY) hükümlerine göre yapılmaktadır. Özellikle KTK’nın “Trafik Kazalarında Sürücü Kusurlarının Tespiti ve Asli Kusur Sayılan Haller” başlıklı 84. maddesi, bilirkişi raporlarının ve mahkeme kararlarının temel referans noktasını oluşturmaktadır.
Değerlendirilen Deliller: Kusur oranının belirlenmesinde sadece bilirkişi raporu değil, aynı zamanda trafik kazası tespit tutanağı, tanık ifadeleri, olay yeri inceleme bulguları, kamera kayıtları, keşif ve ceza dosyası gibi dosyadaki tüm deliller bir bütün olarak değerlendirilmektedir. Raporların bu delillerle uyumlu olması, hükme esas alınmaları için önemli bir kriterdir.
Hakimin Takdir Yetkisi: Bilirkişi raporları teknik bulguları ortaya koysa da, kusurun oran ve ağırlığının nihai takdiri hakime aittir. Hakim, bilirkişi raporunu dosyadaki diğer delillerle birlikte değerlendirerek, raporun yasal düzenlemelere ve dosya içeriğine uygun olup olmadığını denetler ve nihai kusur dağılımına karar verir.
1. Bilirkişi Raporlarının Süreçteki Yeri ve Önemi
Yargı kararları, kusur tespitinin hukuki bilgi dışında özel ve teknik bilgi gerektirdiğini ve bu nedenle Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 266. maddesi uyarınca bilirkişi incelemesinin kaçınılmaz olduğunu göstermektedir. İstanbul 1. Asliye Ticaret Mahkemesi’nin belirttiği gibi, “…kusur oranı tespiti hukuk dışında özel ve teknik bilgi gerektiren bir durum olduğundan, bu husus bilirkişi incelemesi ile tespit edilir.” (2018/647 E., 2021/796 K.).
Mahkemeler, genellikle Adli Tıp Kurumu Trafik İhtisas Dairesi’ni en yetkin kurum olarak görme eğilimindedir. İzmir 2. Asliye Ticaret Mahkemesi, farklı bilirkişi raporları arasındaki çelişkiyi giderirken “ATK’nın en yetkin kurum olması nedeniyle Mahkememizce tespitlere itibar edilerek kaza oluşumunda ATK raporunda belirtilen kusur oranları hükme esas alınmıştır.” (2021/981 E., 2024/480 K.) diyerek bu durumu teyit etmiştir. Yargıtay ise, raporlar arasında çelişki olması durumunda, bu çelişkiyi giderecek, denetime elverişli yeni bir rapor alınması gerektiğini vurgulamaktadır (17. Hukuk Dairesi, 2015/9232 E., 2018/8290 K.).
2. Kusur Tespitinde Esas Alınan Hukuki Normlar ve Deliller
Kusur oranının belirlenmesindeki temel hukuki çerçeveyi KTK ve KTY oluşturmaktadır. Özellikle KTK’nın 84. maddesinde sayılan “Asli Kusur Halleri” kararlarda sıkça atıf almaktadır. İncelenen kararlarda öne çıkan asli kusur halleri şunlardır:
Arkadan Çarpma (KTK md. 84/d): Çok sayıda kararda, arkadan çarpan sürücünün %100 oranında kusurlu olduğu kabul edilmiştir. Örneğin, Bursa 3. Asliye Ticaret Mahkemesi kararında “…aynı kanunun ” trafik kazalarında sürücü kusurlarının tespiti ve asli kusur sayılan haller ” başlıklı (84/d) ” arkadan çarpma ” maddesini ihlal ettiğinden % 100 (yüzde yüz) oranında kusurlu olduğuna…” hükmedilmiştir (2023/304 E., 2024/469 K.).
Şeride Tecavüz Etme (KTK md. 84/g): Şerit ihlali de tam kusur sebebi olarak görülmektedir. Bursa 2. Asliye Ticaret Mahkemesi kararında, sürücünün bu kuralı ihlal etmesi nedeniyle %100 kusurlu bulunduğu belirtilmiştir (2023/785 E., 2024/741 K.).
Manevraları Düzenleyen Genel Şartlara Uymama (KTK md. 84/j): Hatalı manevralar da asli kusur olarak değerlendirilmektedir. Konya 4. Asliye Ticaret Mahkemesi, bu kuralı ihlal eden sürücünün %100 asli kusurlu olduğuna dair bilirkişi raporunu esas almıştır (2023/240 E., 2024/615 K.).
Bilirkişiler ve mahkemeler, bu yasal normları uygularken somut olayın delillerini bütüncül olarak ele almaktadır. Bakırköy 2. Asliye Ticaret Mahkemesi’nin kararında bu süreç şöyle özetlenmiştir: “kaza tutanağı, araç tescil kayıtları, hasar kayıtları, sigorta dosyası, aracın tamirine ilişkin servis kayıtları ve kazaya ilişkin diğer bilgi ve belgeler celp edilerek dosya arasına alınmış, tanıklar dinlenmiş taraf delilleri toplanmıştır.” (2023/491 E., 2024/782 K.).
3. Kusur Oranlarının Dağılımı ve Sorumluluğa Etkisi
Kusur her zaman tek bir tarafa yüklenmemekte, kazanın oluşumuna katkıda bulunan tüm unsurlar dikkate alınarak paylaştırılabilmektedir. Kararlarda %100 tek taraflı kusurun yanı sıra, %75-%25 (Bursa 1. Asliye Ticaret Mahkemesi, 2022/564 E., 2024/814 K.), %80-%20 (Ankara 8. Asliye Ticaret Mahkemesi, 2020/290 E., 2022/33 K.) ve %70-%30 (İstanbul 14. Asliye Ticaret Mahkemesi, 2016/92 E., 2019/771 K.) gibi oranlarda müterafik kusur (ortak kusur) tespitleri de yer almaktadır. Hatta bazı durumlarda sürücüler, yayalar ve yolu yapan kurum arasında dahi kusur dağılımı yapılabilmektedir (Samsun Asliye Ticaret Mahkemesi, 2016/1019 E., 2019/508 K.).
Belirlenen bu kusur oranı, tazminat sorumluluğunun sınırını çizmektedir. Bursa 1. Asliye Ticaret Mahkemesi’nin vurguladığı gibi, “kazaya karışanların kusurlu hareketleri ve kusur oranlarının belirlenmesi; sürücü, işleten ve sigorta şirketinin sorumluluğunun belirlenmesi yönünden önem arz etmektedir.” (2018/415 E., 2023/853 K.).
4. Hakimin Nihai Değerlendirmesi
Bilirkişi raporları mahkeme için bağlayıcı değildir. Hakim, raporun dosyadaki diğer delillerle (kaza tespit tutanağı, tanık beyanları vb.) ve yasal düzenlemelerle uyumlu olup olmadığını denetlemekle yükümlüdür. İzmir 2. Asliye Ticaret Mahkemesi bu durumu net bir şekilde ifade etmiştir: “Kusurun oran ve ağırlığının takdiri münhasıran hakimin yetkisindedir. Bilirkişi tarafından yapılan işlem tarafların ihlal etmiş oldukları trafik kurallarının tespitini sağlamaktan ibaret olup… kusur dağılımın takdiri hâkim tarafından yapılması gerekmektedir.” (2021/345 E., 2022/28 K.). Mahkeme, raporu dosya kapsamına uygun bulduğunda hükme esas alır.
Öncelikle mahkeme tarafından görevlendirilen uzman bilirkişilerin teknik incelemesine dayanan,
Bu incelemenin 2918 sayılı KTK, özellikle de asli kusur hallerini düzenleyen 84. maddesi ve ilgili yönetmelik çerçevesinde yapıldığı,
Kaza tespit tutanağı, tanık beyanları, kamera kayıtları gibi somut delillerle desteklendiği,
Ve son olarak, tüm bu teknik bulgular ve delillerin hakim tarafından hukuki bir süzgeçten geçirilerek nihai takdirinin yapıldığı, çok aşamalı bir süreçtir.
Elde edilen kusur oranı, kazadan doğan maddi ve manevi tazminat sorumluluğunun taraflar arasında paylaştırılmasında belirleyici rol oynamaktadır. Bir yazı önerisi.
Trafik kazalarında kusur oranının doğru belirlenmesi, yalnızca hukuki değil aynı zamanda teknik uzmanlık da gerektirir. Kusur oranı; tazminat miktarını, sigorta şirketlerinin sorumluluğunu ve tarafların ceza sorumluluğunu doğrudan etkilediği için kritik öneme sahiptir. Ancak uygulamada, bilirkişi raporları arasında çelişkiler çıkabilmekte, delillerin toplanmasında eksiklikler yaşanabilmekte ve sigorta şirketleri çoğu zaman tazminat ödemelerini sınırlı tutmaya çalışmaktadır.
Bu noktada Tuzla’da uzman bir avukattan destek almak, hem mağdurun hem de karşı tarafın haklarının korunması için hayati önem taşır. Avukat desteği sayesinde:
Bilirkişi raporlarına itiraz süreci etkin şekilde yürütülür,
Kusur oranına ilişkin çelişkiler giderilir,
Sigorta şirketleri ile tazminat görüşmelerinde hak kayıpları önlenir,
Ceza dosyaları ile hukuk dosyalarının paralel yürütülmesi sağlanır,
Mahkemeye sunulacak deliller eksiksiz şekilde toplanır.
Özellikle İstanbul, Tuzla avukat, Pendik avukat, Kartal avukat, Maltepe avukat, Gebze avukat, Aydınlı avukat, Orhanlı avukat, Tepeören avukat, Darıca avukat, Bayramoğlu avukat veya Çayırova avukat, Şekerpınar avukat, Güzelyalı avukat Postane avukat ve Akfırat avukat gibi bölgelerde, doğru hukuki temsil olmadan sürecin yürütülmesi, ciddi hak kayıplarına yol açabilir. Bu nedenle trafik kazalarında kusur oranı tespitine ilişkin davalarda Tuzla’da deneyimli bir avukatla çalışmak, sürecin adil, hızlı ve mağdur lehine sonuçlanması açısından büyük önem arz etmektedir.